26 Ekim 2014 Pazar

SABAHATTİN ALİ - İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN

MERHABA Kitap Dostları,
Çok sevdiğim bir yazarın çok beğendiğim bir kitabını paylaşmak istiyorum sizlerle... İçimizdeki Şeytan...

İçimizdeki Şeytan; Her ne kadar sadece Kuyucaklı Yusuf’u paylaşmış olsam da  Kürk Mantolu Madonna,Kuyucaklı Yusuf”,Değirmen”, “Sırça Köşkten sonra okuduğum 5. Sabahattin Ali Kitabı. Kitap 1940’da yazılmış. Her ne kadar diğer kitapları ile benzerlikleri olsa da şahsına münhasır bir kitabı ve bence karakter tahlilleri ve karakterlerin iç konuşmaları bakımından diğerlerinden ayrılan bir başyapıt.


ARKA KAPAK:

“İstemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Hâlbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..." (Sayfa,249-250)

Bu romanında, toplumsal gündemin kişilikler üzerindeki baskısını ve güçsüz insanın "kapana kısılmışlığını" gösteriyor Sabahattin Ali.

Aydın geçinenlerin karanlığına, "insanın içindeki şeytan"a keskin bir bakış.”



ÖZET:

Ömer, Darülfünun’da felsefe okumakta ve bir yakınının iltiması ile Postanede çalışmakta olan yirmi beş yaşlarında bir gençtir. Nihat ile vapurda yolculuk yaparlarken hem havadan sudan meselelerden bahsedip hem de akşam için plan yapmaktadırlar. O anki tek düşüncesi akşam için borç bulmaktır.

Nihat ile konuştukları esnada Ömer vapurda bir genç kızı görür ve bu genç kıza bugünün deyimiyle ilk görüşte âşık olur ve bu genç kızın kendisinin geleceğinde önemli bir yer tutacağı hissine şiddetle kapılır. Genç kızın yanına gittiğinde; genç kızın yanında bir akrabası ile karşılaşır. Bu vesile ile uzaktan akrabası da olan bu genç kız ile tanışır.

Genç kızın adı Macide’dir. Ömer’in büyük dayısının torunudur. Konservatuar’da piyano bölümünde okumaktadır. Ailesi Balıkesir eşrafının ileri gelenlerindendir. Müziğe olan yeteneği ortaokul yıllarında keşfedilmiş, lisedeki müzik öğretmeni Bedri’nin de verdiği derslerle ilerlemiştir. Altı aydır İstanbul’daki akrabaları Emine Hanım’ın konağında kalmakta ve bu şekilde eğitimine devam etmektedir.
Vapurda karşılaştıkları gün her ne kadar Macide’nin henüz haberi olmasa da babası bir hafta önce vefat etmiştir. Bu ilk tanışmanın ardından Ömer sıklıkla daha önceleri de gittiği Emine Teyzesinin evine daha sık gitmeye başlar.


“Fakat içimizde, bizim “ahlak” tarafımızda hiçbir şekilde münasebete geçmeyerek hadiseleri muhakeme eden, neticeler çıkaran ve tedbirler alan bir “hesabi” tarafımız vardı ve lafta değilse bile fiilde daima o galip çıkıyor ve onun dediği oluyordu.” (Sayfa,22)

“Riyakârlık, tesellide son haddini bulur. Bu anda çehrelerin aldığı yalancı teessür ifadesi, o biraz yukarı kalkıp birbirine yaklaşan kaşlar, o hafif hafif ve anlayışlı bir tavırla sallanan başa ve o derinden çıkarılmaya çalışılan matemli ses insanı deli eder.” (Sayfa,66)

“Zaten anlatmak istediğim bir şey var, bin bir şekle sokup söylemek arzusuyla yandığım bir tek şey: O da sizi sevdiğim. Bunun dünyanın teşekkülünden beri kaç milyar defa tekrar edildiğini unutmuyorum, fakat siz söyleyin, canlılığından bir şey kaybetmiş mi? Kâinatta hiçbir mevcudun olamayacağı kadar taze ve olgun değil mi?... Bu öyle bir kelime ki, doğuyor ve doğuşuyla beraber kemali de içinde getiriyor. Sizi seviyorum... Başka ne söyleyeyim?” (Sayfa,81)


“Hamakat(ahmaklık) sade ahmaklara değil, akıllı olduklarını sananlara da hükmediyor!” (Sayfa,92)

“Her şeyi düzeltebilirim, onu da kendimi de kurtarabilirim. Neden olmasın? Ben hayata bağlanmak için ona muhtacım, o idare edilmek için bana muhtaç… Ben onu görmeden evvel hayatın manasını bilmiyordum, bulamamıştım. Şimdi görüyorum ki, o da bensiz yaşayamayacak… Söyledikleri doğru, en az doğru görünenleri bile doğru… Birbirimize rastlamadan evvelki hayatımız sahiden birbirimizi aramaktan başka bir şey değilmiş… Ne aradığımızı bilmeden aramak… Şimdi içim rahat, aradığını bulan ve başka bir şey istemeyen biri gibi sükûnet içindeyim… Dünyada bundan büyük saadet olur mu?” (Sayfa,109)



Bu arada Ömer ile Macide yakınlaşmaya başlarlar. Ömer Macide’yi sık sık okula çıkışlarında da almaya gider ve gezerler. Eve çok geç döndüğü bir gece, zaten babasının ölümünden sonra; babasının aylık olarak Emine Hanım’ın kocası Galip Enişte’ye gönderdiği 40 lira aylık da gelmediği için kıza diş bileyen aile ve Macide arasında bir sürtüşme geçer. Genç kız aynı gece tüm eşyalarını toplayarak geç bir saatte evden ayrılır. Nereye gideceğini ne yapacağını bilmeden evden ayrılan Macide, Ömer’i sokakta kendini beklerken bulur. Birlikte Ömer’in kaldığı pansiyona giderler.

O geceden sonra Ömer ve Macide birlikte yaşamaya başlarlar. Ömer, Macide’yi herkese karısı olarak tanıştırmasına rağmen evlilik muamelesini tamamlamak için pek de istekli davranmaz. Başlangıçta Macidesiz yaşamayacağını hisseden Ömer, zamanla geçim sıkıntısı altında ezilmeye başlar. Karakter olarak çalışmaya çok da istekli olmayan Ömer çevresindeki arkadaşlarından aldığı borçlarla yaşamaya çalışır. Bu borçlar onu eski hayatından kopmasına engel olur.


Bu esnada Ömer ikilem içinde yaşar. Eski hayatı ile Macide arasında kalır. Yeterli iradeyi gösteremeyen Ömer sürekli “İçimizdeki Şeytan”ı suçlar. 


“Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.” (Sayfa,200)


“En korkunç yalan da budur: Kendimize karşı bile kullanacak kadar pençesine düştüğümüz bu derin ve gizli yalan...” (Sayfa,209-210)

“Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini henüz göstermemiş olması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hakim olacağından ümidi kesmeyi icap ettiremez… Bugün şurada teker teker yaşayan ve çalışanlar yarın birleşince bir kuvvet olacaklar ve en kuvvetli silahı: haklı olmak silahını ellerinde tutacaklardır.” (Sayfa,248)

"İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir." (Sayfa,249)


KİTAPTAN NOTLAR

Daha önce de belirttiğim üzere İçimizdeki Şeytan; okuduğum beşinci Sabahattin Ali kitabı ve Kuyucaklı Yusuf’tan sonra 2. romanı. Bu defa romanımıza ne Avrupa’da bir şehir ne de Anadolu fon oluşturmakta. Romanımız İstanbul’da geçmekte. Romanımızın başkahramanı Ömer ile arkadaşı Nihat vapurda yolculuk etmekteyken, karşılaşmakta esas kız ile esas oğlan. Aslında romanımızın konusu klişe. Ancak kitabı özel yapan konusundan ziyade psikolojik çözümlemeler ve diyaloglar. Belli konularda karakterlerin yaptığı tiratlar. Ömer’in “İçimizdeki Şeytan” Tiratı, Veznedar’ın Ömer’e söyledikleri, Bedri’nin içinde bulundukları topluluk ile ilgili tiratları son derece mükemmel ve akılda kalıcı.

“Aferin evlat iyi yetişmişsin! … Zamanını da iyi intihap ettin(seçtin). Maalesef seni boş çeviremeyeceğim. Mademki iki esnaf karşı karşıyayız, açıkça konuşalım. Dün gelsen metelik alamazdın, seni tekme ile kovardım. Yarın gelsen beni bulamayacaktın. Şeytan sana fısıldamış herhalde... Mübarek olsun... Ben bu ise daha fazla dayanamayacağım... Bir nihayet vermek lazım... Bu sabah kararımı verdim. Kasada epeyce para var, bir miktarını, daha doğrusu yüklenebildiğim kadarını alıp eve çoluk çocuğun nafakası olarak bırakacak, ondan sonra da başımı alıp gidecektim. Şeytan nereye çağırırsa oraya. Bu dünyada başka türlü olmak neye yarar? Dünyayı bizim kayınbirader gibi adamlar istila etmiş... Benim gibi bir acizin debelenmesi fayda verir mi? Beş çocukla bir karıyı süründürmeye ne hakkım var... Sen şimdi bu sözlerinle benim kararımı takviye ettin... Sana teşekkür borçluyum evlat... Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin. Böyle biri olsa bu sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye kadar içimde bir şüphe vardı. Şu kâinatta belki bir de iyi taraf vardır, fakat görmek bize nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum. Bir daha teşekkür ederim. Beni boş hayallerle avunmaktan, yaptığıma pişman olmaktan kurtardın. Ben de kendimi, adam tanır bir şey zannederdim. Senin suratına bakınca melanet dolu ruhunu göreceğime yüreği çarpan bir insan görüyordum. Nah, bunak kafa... Al şu iki yüz elli lirayı, beni kimseye ihbar etme. Yarına kadar sükût hakkı olarak veriyorum. Ondan sonra İsrafil’in borusunu al eflake ilan et... Vecibtaala polis olup gelse beni bulamayacak. Yalnız senden bir ricam var... Namusuna güvenerek istemiyorum. Kendin için de faydası yoktur, belki zararı olur da ondan söylüyorum: paraları alıp eve verdiğimi ağzından kaçırma... Nereden biliyorsun diye belki seni de işin içine karıştırırlar... Merhametten değil, ihtiyaten sus. Şimdi arabanı çek... Namussuz insan suratı seyretmek istemiyorum. Kendim kendime yeterim... Durma... Defol!..." (Veznedar'dan Ömer'e...., Sayfa,184)

Öncelikle yazılışının üzerinden bu kadar süre geçmiş olmasına rağmen romanın barındırdığı içerik, ruh çözümlemeleri, karakterlerin iç sesleri bakımından hala güncelliğini koruması da son derece takdire şayan. Öyle cümleler çıkıyor ki okudukça; insan yazarın ileri görüşlülüğüne hayran kalmadan edemiyor.

“Hayatını nasıl olup da bir kadına bağladığına şaşıyorum. Kadın bir oyuncaktan başka nedir? Erkek, tam manasıyla erkek ol… Erkek sert, haşin, aciz hislere yabancı, sadece kuvvete tapan mahlûktur. Dünyaya bizim gibi insanlar kendi kafalarında tasavvur ettikleri şekli vermeli ve koyun sürüsünden farkı olmayan halk ise sadece tabi olmalıdır. Bunu sabit fikir halinde kafana yerleştirir ve maddi, manevi bütün kuvvetlerinle bu yolda çalışırsan muhakkak gayene varırsın… Muvaffak olmamak ihtimali pek azdır, belki de hiç yoktur…” (Sayfa,146)

Romanın en çarpıcı kısmı daha önce de belirttiğim üzere; karakterlerin iç sesleri ile yapılan ruh çözümlemeleri karakterleri tanıma ve değerlendirme bakımından pek çok ipucu vermekte. Ömer’in kararsızlığı, olaylar karşısındaki iradesizliği, pek çok hayal kurması ancak hayallerini gerçekleştirmek için pek de çaba göstermemesi, arkadaşlarından uzaklaşmak için bir çaba sarf etmemesi hem kendi ağzından hem de Macide’nin ağzından ilmek ilmek işlenmiş.


Karakterlere gelince öncelikle Ömer’den başlayayım. Ömer kararsız, istikrarsız, zayıf iradeli ve çalışmaktan da pek hoşlanmayan bir genç. Macide onun üzerinde olumlu etki yaratsa da bu etki kısa sürmekte. Çevresindeki olumsuz insanlardan uzaklaşamamakta, çalışma konusundaki kararlılığını sürdürememekte. Aslında arkadaşlarında uzaklaşamama durumu biraz da onlara olan maddi bağımlılığından da kaynaklanmakta.

Macide’ye gelince, mağrur, iyi huylu bir genç kız. Ömer’e olan sabrı ise takdire şayan. Macide ile ilgili bence tek çelişki evlilik işlemleri ile ilgili pek de ısrarda bulunmaması ve Ömer ile nikâhsız yaşamını devam ettirmesi. Ömer’e yazdığı mektup kitabın özeti gibi.

Romanımızın başkahramanları Macide ve Ömer; hayata bakış yetiştirilme ve yaşama şekilleri bakımından birbirine pek de benzemeyen karakterler. Tanışmalarının ardından birbirlerine duydukları hisler onları birleştiriyor ve üç ay gibi bir süre bir pansiyonda beraber yaşıyorlar.

Bedri ise Macide ile ilgili bilgi verilirken sözü geçen öğretmen karakteri iken bir anda romanın önemli karakterlerinden birine dönüşüveriyor. İçinde bulundukları topluluk ile ilgili tespitleri son derece dikkat çekici.


Romanda Sabahattin Ali uslübunun en önemli özelliği “Uzaklara Gitme” teması yine romana hakim olan duygu olmuş. Bu defa Kuyucaklı Yusuf’a ve Raif Bey’e göre daha iyimser bir gidiş olmuş yalnızca. Keşke yazar kendi içindeki “Uzaklara Gitme” hayalini de gerçekleştirebilseydi.

Bir de söylemeden geçemeyeceğim önemli bir nokta da (Ekşi Sözlük’te okudum) romandaki diğer karakterlerden İsmet Şerif’in Peyami Safa, Nihat’ın Nihal Atsız, Profesör Hikmet’in Necip Fazıl olduğuna dair iddialar var. Bu iddialardan Nihal Atsız da alınmış olmalı ki “İçimizdeki Şeytanlar” başlıklı bir makale yazmış. Merak edip bu makaleyi de okudum. Makale bana fazla acımasız geldi doğrusu. Ben kendi adıma Sabahattin Ali’nin ve İçimizdeki Şeytan’ın bu denli ağır eleştirileri hak ettiğini düşünmüyorum. 


Fotoğraflar fotoğraflamaz Yaşar KEMAL'in İNCE MEMED serisini paylaşmak istiyorum.

EN KISA ZAMANDA GÖRÜŞMEK ÜZERE... 

SEVGİLER.. 



BLOG ÖDÜLÜ



Sevgili KİTAP EYLEMİ bana ödül göndermiş, aldım , kendisine layık gördüğü için çok çok teşekkür ederim.


Şimdi de gelelim bu ödülün kurallarına...

1-Ödülü verenin linkini de veriyoruz. Resmini paylaşıyoruz...


2- Ve 15 tane arkadaşımıza da bu ödülden veriyoruz. 


KİTAP CUMHURİYETİM


PARMAK KIZDAN MASALLAR


SEYYAH GÜL


KİTAPLIK - Okuma Günlüğüm


SADE VE DERİN


MARİA PRUDER ÖLMEDİ


YÜREĞİNE GÜLÜMSE


KİTAP SOHBETÇİSİ


NE OKUDUM


SEVDADAN KARA KALEM YAZILAR


BEYAZ KİTAPLIK


EBEDİYEN EDEBİYAT


KİTAP KURDU BÖJÜK

http://bojukandperik.blogspot.com.tr/

KİTAP SAYFALARI

http://kitapsayfalarii.blogspot.com.tr/

KİTAP KURDUYUM BEN

http://kitapkurduyumben.blogspot.com.tr/

Ekleleyemediğim arkadaşlarımdan özür diliyorum.. Arkadaşlarımın kabul etmeleri dileğiyle...

SEVGİLER.. 


20 Ekim 2014 Pazartesi

MURATHAN MUNGAN – LAL MASALLAR

MERHABALAR; 

Çok sevdiğim bir yazar ve şairin şiir tadında, masal tadında bir kitabını paylaşmak istiyorum sizlerle...

“Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler; Masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler, sanki hakikati bilirmiş gibi,
sanki hakikatin sırrına ermiş gibi,
masala inanmayan gerçeğe inanır mı?” (Sayfa 47)


İlk göreve başladığım yıllarda tüm kitaplarını set olarak aldığım yazarlardan biridir Murathan Mungan. O dönemde köy köy gezen kitapçılar çok taksitlere bölerek satarlardı kitapları. Sayelerinde Yaşar Kemal, Sait Faik, Cezmi Ersöz set halinde arz- ı endam eder kitaplığımda. Kitaplığıma baktığımda fark ediyorum ki, o dönemlerde okuduğum kitaplarla ilgili -10 yıl öncesinden bahsediyorum- not almadığım için blogumda pek yer almamaktalar. Ara ara tekrar okuyup, yer vereceğim blogumda.

Murathan Mungan ile başlamak istiyorum. Lal Masallar ilk kez Remzi Kitabevi tarafından 1989 yılında yayımlanmış. Benim elimdeki Metis Yayınevi tarafından 2003 yılında yayımlanmış dokuzuncu basımı. Kitap kapağı Mustafa Ata tarafından hazırlanmış. Kitaba da çok yakışmış.


Lal Masallar üç masaldan oluşmakta. Masal dediysem; “büyüklere masallar”. Masalları “LAL” yapan da lal olan kahramanları.


 İlk Masalımız; Azer İle Yadigar.

“Haklısın o uçurumun sesi kulakla duyulmaz. Yürekle duyulur. Nasıl ki gözler sade bir kez görür, ondan gayrı hep yürek görürse, işte o misal sade yürek duyar. Aslında her uçurum konuşur kızım, her uçurum…”(Sayfa 14)

“Her yürek ses veren bir uçurumdur zaten. Belki kendi yüreğine dayanır kulağın. Duyarsan eğer, sahiden duyarsan, bundan sonra daha iyi olursun. Kendi hayatına ermiş olursun. Lakin herkes kendi uçurumunu yüreğinde taşır kızım.”
(Sayfa 15)

Masalımız, Osmanlı mülkünde, Yörüklerin, Afşarların, Türkmenlerin, cümle konar-göçer aşiretlerin yaşadığı, diyar diyar gezip dolaştığı devirlerde geçmektedir. Oba beyinin tek oğlu, saz üstadı Azer’in gurbete çıkmak istemesiyle başlar hikâyemiz. Gurbette Deli Türkmen’in dili lal, yüzü peçeli güzeller güzeli kızı Yadigar’ın dilini çözmesi ve peçesini açmasıyla devam eder. 


İkinci masalımız; Muradhan ile Selvihan ya da Bir Billur Köşk Masalı
Sırça Köşk’ün beyinin güzeller güzeli biricik kızı Selvihan’ın Semah esnasında bir ovayı lal eden hançer gibi bir delikanlıyı Muradhan’ı görmesiyle başlar her şey. 

“Semah göç tutmak gibiydi. Bir yurttan sökün etmek gibiydi. Uzun yollar, uzun diyarlar, ulu sevdalar gibiydi. (Dünya mı gurbetti? ahiret mi?) Hayat gibiydi semah. Tüm bir hayat. Hiç bitmesin istiyordu Selvihan. Uzasın, uzasın ta ki kendi de semah dönebilecek ermişliğe  erginliğe erdiğinde ve kendi giysilerinin kıvrımlarında da aynı gümüş ırmağı yatak değiştirdiğinde… İşte o zaman yıkanmış olacaktı yüreği kendini tutan kalelerinden, burçlarından, yalçın siperlerinden; Kurtulmuş olacaktı bukağılarından, zincirlerinden… İşte o zaman” (Sayfa 57)

“Hepsinden de ulu olsa sevdam, Ferhat kadar güçlü değilim, dağları delemem senin için, gürzüm yumruğumda değil, yüreğimdedir. Ve de yüreğim kendi dağını delmektedir.”
“Mecnun kadar engin değilim. Çölleri, serapları sığdıramam yüreğimin ıssızına. Diyar diyar dolaşıp seni aramak istemem. Benim gurbetim ve diyarlarım yüreğimdedir.”
“Kerem kadar abdal değilim, seni türkülerde arayıp bulmak istemem. Lal dilimi yetiremem türkülere, benim türkülerim yüreğimde uğuldar.”
“Ne Ferhat gibi dağı delince kavuşayım isterim,
“Ne Mecnun gibi suretini unutana dek seraplara sevdalanayım isterim,
“Ne de Kerem gibi diyar diyar dolaşıp türkülerle yaşlanayım isterim,

“Her üçü de sevdalarını unutana dek sevmişlerdir. Oysa ben unutmak istemem. Seni unutup da serapları, suretleri, türküleri sevmek istemem. Ben seni sevmek isterim. Olduğun gibi seni. Görerek, işiterek, dokunarak, birlikte yaşayarak sevmek isterim.”
(Sayfa 69)

Konusu son derece klasik olmakla birlikte yazarın şiirsel anlatımı masalın güzel bir tat bırakmasını sağlamış.


Son masalımız ; Ulak ile Sadrazam…  Son masal anlatış biçimi ve konusu bakımından benim en sevdiğim masal olduğu için daha uzun yer vermek istiyorum.
Osmanlı Sarayı’na konuk oluyoruz bu defa. Fatih Sultan Mehmet’in son seferine çıkıyoruz. Masal kendi içinde de 3 bölüme ayrılmakta.

Birinci Remil’de sefere çıkan ve seferin yönünü herkesten gizleyen padişah anlatılmakta.

“Babaların oğullarını boğdurduğu, oğulların babalarını zehirlediği bir imparatorlukta ölüm, kimin, ne zaman kapısını açacağını bilmeyen karanlık bir kutuydu.” (Sayfa 76)

“Zehrin iktidarda olduğu bir iktidar haritası vardı demek tahtların ve toprakların üzerinde.” (Sayfa 78)


İkinci Remil’de Hünkar Çayırı’nda ölen Padişahın ölümünün yeniçeriden gizlenerek İstanbul’a getirilmesi anlatılmakta. Tabi ki en vurucu kısımlar Sadrazamın ölümü gizlemek için yaptığı planlar. Ardından tahta çıkacak olan şehzadenin saraya çağrılması sırasında Sadrazam’ın karar verme çabası. İki şehzadeye gönderilen iki Ulak.  Cem Sultan’a gönderilen Lal Ulak’ın Sadrazam’a duyduğu derin muhabbet ve sadakat.

Üçüncü Remil’de söz Lal Ulak’a bırakılmakta.

“…imparatorluğun töresi gereği, gizli işlerin ulakları laldi. Oysa benim ulaklığımda, ihanete giden yolları kapatan şey, dilsizliğim değil, kalbimdi.” (Sayfa 112)

“Koynumda mektubunuzu taşıyorum. Bana emanet edilmiş bir kalp gibi taşıyorum. Atımın rüzgarında yol alırken konuşuyorum sizinle. Yol arkadaşlığı yapıyorsunuz bana. Hız veriyorsunuz, cesaret veriyorsunuz.”
(Sayfa 115)
...
“Doğan, zalimlerin kuşudur. Avcı ve cellat bir kuştur. Mektup taşıyan posta güvercinlerini gökyüzünde avlayıp parçalamak için özel olarak eğitilir. Öteden beri doğan, güvercinleri ve ulakları korkutur.”
(Sayfa 116)


KİTAPTAN NOTLAR;

Başlangıçta da belirttiğim üzere; kitabımız üç masaldan oluşmakta. Ve bu masallar da halk masallarının pek çok özelliğini yansıtmakta. Göze çarpan ilk özellik uzun girizgâhlar ve bol tasvirler. Tabi ki girizgahlar “Bir varmış, bir yokmuş.. “ gibi değil yazarın kendi üslubunca. Yine halk masallarında sıkça kullanılan “bir, üç ve yedi” rakamı kitapta bolca yer kaplamakta.

Azer Oba beyinin tek oğludur, Selvihan ve Yadigar da babalarının tek evlatlarıdır. 3. Masal 3 remilden oluşmaktadır. Selvihan ve Muradhan masalında Murathan 7 surete 7 hayale bölünmektedir.

Masallarımıza gelince konuları klasik olmakla beraber; yazarın şiirsel üslubu masalları okunur kılmakla beraber güzel bir tad bırakmakta. 3 masalı da beğenmeme rağmen 3. Masalın kurgusunu ve işleniş biçimini daha çok beğendim diyebilirim. Özellikle yazar Lal Ulak’ın at sütünde olduğu bölümdeki ritmi çok iyi yakalamış. Gözümü kapasam nal seslerini duyacakmışım gibi hissettim.


ŞAİRİN ROMANI benim en etkilendiğim kitaplardan biridir. Hala başucumda durur. Ara ara açıp sevdiğim bölümlerini tekrar tekrar okurum. LAL MASALLAR da beni hayal kırıklığına uğratmayan, şiir gibi bir kitap oldu. Şiddetle tavsiye olunur..

YEPYENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE...

4 Ekim 2014 Cumartesi

TAMI HOAG - ÖLÜMDEN DAHA DERİN


MERHABALAR,

New York Post tarafından "Polisiyenin Kraliçesi" olarak tanımlanan Amerikalı yazar Tamı Hoag'ın okuduğum ilk kitabını paylaşmak istiyorum sizlerle. 


"ÖLÜMDEN DAHA DERİN"

 ARKA KAPAK

1985, California. Üç çocuk okullarının arkasındaki parkta koşarken, toprağa kısmen gömülmüş bir kadın cesedi bulurlar. Cesedin gözleri ve ağzı tamamen yapıştırılmıştır. Öğrencilerine son derece yakın olan öğretmenleri Anne Navarre yaşadıklarının çocukların masumiyetini yok edişini büyük bir endişeyle izlemektedir. Ama bunun, seri katil cinayetlerini işlerken ailelerin, dostların sırlarının birer birer ortaya dökülmesiyle tüm toplumun masumiyetini bir şekilde sarsacağını henüz fark etmemiştir. 


Washington’dan soruşturmanın yürütülmesine yardımcı olmak amacıyla ünlü FBI ajanı Vince Leone gizlice çağrılır. Vince bir yandan yeni teknikler, katil profili oluşturma yöntemleri, cinayetlerle ilgili kuramlar geliştirirken diğer yandan da cesedi bulan üç çocuğun yaşamının derinliklerine doğru çekildiğini hisseder. Olaylarla yakından ilgilenen genç öğretmeneyse kişisel olarak ilgi duymaya başlamıştır. 


Yeni kurbanlar bulunurken medya soruşturmanın gidişatını artık anbean takip etmektedir. Bu sırada Anneyle Vince acaba en büyük acıyı bu kurbanlar mı yoksa acımasız bir psikopatla iç içe yaşadıklarından habersiz olduklarından, katilin ailesi ve dostları mı çekiyor diye düşünmektedirler. 

“Tami Hoag okumak her zaman cesaret ister.” 

 Kirkus Reviews 

“Hoag muhteşem bir polisiye yazarı. Gizemi başarıyla kuran yazar, okurunu son satırına dek saran merak duygusunu ustaca kullanıyor. Psikopat katillerle ilgili çok fazla hikâye okumuş olabilirsiniz ama Hoag karakterlerini öyle güzel donatıyor ki onlara kızacağınıza mı yoksa acıyacağınıza mı karar veremiyorsunuz.” 
Publisher Weekly


ÖZET

Kitap, katilin öldürme şeklini anlatan paragraflar arasına; bir çocuğun babasını anlattığı bölümlerin serpiştirildiği sayfalar ile başlamakta. Bu bölümde çocuk babasının toplumda önemli bir insan olduğunu, kahraman olduğunu çok meşgul olduğunu yazarken; katil de kadını öldürüş şeklini anlatmakta. Katilin gözlerini, ağzını yapıştırdığı, kulaklarını sağır ettiği kadın bir kör dövüşünde ne yapacağını bilmeyen bir vaziyette kurtulmaya çalışmaktadır.

Tommy Crane, Wendy Morgan, Dennis Farman, Cody Roache, Oak Knoll İlkokulu’nda Anne Navarre’nin öğrencisidirler. Tommy ve Wendy iyi arkadaştır. Cody ise çok sevmese de saldırgan bir karaktere sahip, Dennis'le arkadaşlık eder. Okul çıkışında Wendy ve Tommy Oakwoods Parkının içindeki yolu takip ederek eve giderlerken Dennis de onları takip emektedir. Amacı hem sınıf başarısından hem de Wendy ile arkadaşlığından dolayı haz etmediği Tommy’yi ummadığı anda karşısına çıkarak korkutmaktır. Çok geçmeden aklındakini yapar ve parkın içinde bir kovalamaca başlar.

Kovalamaca esnasında düştükleri bir yerde bir cesetle karşılaşırlar. Cesedin yakınında bir de köpek vardır. Çok geçmeden polis olay yerine gelir. Polislerin içinde Dennis’in babası Frank da vardır. Çok geçmeden Anne Navarre, öğrencilerini korumak için oraya gelir.



Tommy, Wendy, Cody oradan uzaklaşırlarken, Dennis babasıyla olay yerinde kalır. Kimsenin bilmediği sonradan ortaya çıkacak bir ayrıntı vardır. Dennis kadının ellerinden birini keserek alır. 
Soruşturma Oak Knoll’daki güvenlik güçlerince araştırılırken; iki yıl içinde benzer şekilde öldürülmüş üçüncü kurban olması üzerine olaya FBI ajanı Vince Leone girer. Amacı hem katilin profilini çıkarmak hem de olayı çözmektir. Elbette olay 1985’de geçtiğinden şimdiki teknolojilerin eksikliğinden pek çok testin yapılması, veri tabanına ulaşılması da zaman alır.
Kayıp kadınların ortak özellikleri pek çok olay yaşayıp Thomas Kadın Sığınağı’nda bir süre kalıp psikolojik destek alıp, eğitim gördükten sonra hayata kazandırılmış kadınlar olmalarıdır. Wendy ve Tommy’nin babaları da Sığınak için gönüllü çalışmaktadırlar.  
Çocukların ifadelerinin alınması esnasında yanlarında bulunmak görevini üzerine alan ilkokul öğretmeni Anne Navarre de olaylara dahil olurken, Vince Leone ile aralarında bir yakınlaşma başlar. 


KİTAPTAN NOTLAR

Öncelikle  kitap etkileyici bir giriş ile başlamakta. Bir çocuğun katil babasını kendi el yazısı ile son derece masumane anlatışı iç burkmakta. Çocuk bunları düşünürken babası genç bir kadını öldürmek için işkence etmekte.

Kitabın girişinden başlamışken; sonundan da bahsetmek istiyorum. Kitaba yazılan son yavan kalmakta. Anne ve çocuk kendilerine farklı bir yol çizerken, katile ne olduğu açıklığa kavuşmazken son yavan kalmakta.

Ayrıca katil olması beklenen kişilerin üzerinde yoğunlaştığından katilin kimliği şaşırtmadığı gibi; katili cinayetleri işlemeye iten psikolojiden bahsedilmemesi kitabın eksiklerinden.
Bence Psikolojik olarak en iyi irdelenen karakter Dennis Farman olmuş bence. Bulunduğu ailenin özellikle babası Frank’ın çocuğa davranış şekli son derece güzel işlenmiş. Çocuk cinayete kurban giden kadının eline keserek alması göz ardı edilerek; kendinden beklenen sona adım adım yürürken Frank’ın da karısını öldürmesi son derece ironik. Keşke Cody bundan nasibini almamış olsaydı.

Sonuç olarak; konu ve kurgu olarak beğendiğim ancak sonunu bağlamak konusunda başarısız bulduğum bir kitap oldu. 


YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE…

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...