MERHABALAR,
Kitap blogumu uzun zamandır ihmal ediyorum. Okuduğum, altını çizdiğim satırlar bir bir artarken, bilgisayar başına oturup, okuduklarımı toparlama isteğim o kadar azaldı nedense.... Geçtiğimiz yıldan bu yana klasikler gençlikte, orta yaşta ve yaşlılıkta okunmalı düsturundan hareketle orta yaş okumalarına başladım. Üniversite yıllarında aldığım pek çok klasiği İletişim Yayınlarının Klasikleri ile değiştirmeye başladım. Oblomov, Savaş ve Barış bekleyedursun Suç ve Ceza'yı bekletmeden tekrar okuyayım istedim.
Üniversite yıllarımda tanıştığım Raskonikov'la yeniden yüzleşmek son derece keyifliydi. Raskolnikov, satırlar arsında beklerken ben ne çok yol kat etmişim diye düşündüm. Dünya edebiyatının ölümsüz karakteri gençlik telaşı ile değerlendirmenin yanında, şimdiki bakış açımla değerlendirmek bana iyi geldi.
Daha önceki yazılarımda ayrıntılı özetler vermiştim. Hatta sıkça da bu konuda eleştirilmiştim. Bu defa kitaptan "Alıntılar" ile yetinip, kitaptan notlarıma yer vereceğim. Zira Kitaptaki ruhsal derinliği özet ile veremeyeceğim kanaatindeyim.
ARKA
KAPAK
Düştüğü
yoksulluk çıkmazında toplum kurallarının bağından kurtulduğuna inanan bir
gencin hikâyesini anlatan Suç ve Ceza ahlâkın anlamını sorgular.
Dostoyevski’nin yazın hayatının olgunluk döneminde kaleme
aldığı Suç ve Ceza, Raskolnikov adlı gencin ahlâki hesaplaşması üzerinde
yükselir: Raskolnikov öldürmeyi planladığı tefeciden aldığı parayı hayırlı bir
amaç için kullanırsa, işlediği suçun doğasını kalıcı biçimde değiştirebilir mi?
Hırsızlık ve cinayet gibi suçlar, “yüce amaç”larla işlenmesi durumunda cezasız
kalabilir ve vicdanın yükünden kurtulabilir mi? Dostoyevski’nin en çok okunan
romanı olan Suç ve Ceza, yayımlandığı günden bu yana insan ideallerini ahlâki
ve felsefi sorularla sınamaya devam ediyor.
“Aşkı ilk defa yaşamak gibi, denizi ilk defa görmek gibi,
Dostoyevski’yi keşfetmek de insanın hayatında önemli bir tarihtir.”
JORGE LUIS BORGES
“İnsanoğlunun kurtarıcısı olabilirdi. O, gardiyanı olmayı
seçti.”
SIGMUND FREUD
ALINTILAR
“Temmuz başlarında, çok sıcak bir yaz günü akşamüzeri bir
genç, dar S…… Sokağı’nda kirada oturduğu hücreyi andıran odasından çıktı.
Sokakta kararsız, ağır adımlarla K…… Köprüsü’ne doğru yürümeye başladı.” (Suç
ve Ceza’ya Başlarken… S. 35)
“Kimi zaman hiç tanımadığımız bir insanla karşılaşırız, ilk
bakışta içimizde bir ilgi duyarız ona karşı. Tek sözcük konuşmadan, bir anda
olur bu.” (S. 44)
“… yoksulluk ayıp değildir biliyorum. İçkiye düşkünlüğün bir
erdem olmadığını da biliyorum. Gelgelelim sefalet ayıptır efendim, ayıptır…
Doğuştan olan duygularınızın soyluluğunu yoksullukta koruyabilirsiniz. Ama
sefalette hiç kimse hiçbir zaman başaramaz bunu… Sefalette, daha bir gurur
kırıcı olsun diye insanların arasından sopayla kovalamazlar sizi de süpürgeyle
süpürür atarlar.” (S. 46)
“Sağlıksız ruhsal durumlarda düşler çoğu zaman olağanüstü
bir belirginlikle, parlaklıkla, aşırı bir benzerlikle gerçeği andırırlar. Kimi
zaman olağanüstü bir tablo oluşur. Ama ortam, olaylar öylesine inandırıcıdır,
öylesine ayrıntılı, öylesine beklenmediktir, tablonun sanatsal yapısının ayrıntılarıyla
öylesine uyumludur ki, bu düşü gören Puşkin ya da Turgenyev gibi bir sanatçı
bile olsa, ayıkken böylesine şeyleri düşünmesi olanaksızdır. Hastalıklı
düşlerdir bunlar. Uzun süre akıldan çıkmazlar, insanın altüst olmuş, zaten
bozulmuş organizması üzerinde derin izler bırakırlar.” (S. 89)
“Öte yanda,
parasızlıktan boş yere yok olup giden genç, ışıl ışıl insanlar... Her yerde
böyle bu! Kocakarının manastıra bırakacağı parayla girişilebilecek,
düzeltilebilecek yüzlerce, binlerce iş... Yaşamları yoluna girecek yüzlerce,
binlerce insan; yoksulluktan, çürümüşlükten, yok olmaktan, ahlak bozukluğundan,
cinsel hastalıklar yüzünden hastanelere düşmekten kurtulacak onlarca aile...
Bütün bunlar o kocakarının parasıyla olacak… Öldür onu, al paralarını
git insanların yararına kullan… Ne dersin, binlerce hayırlı iş küçücük bir
cinayeti bağışlatmaz mı? Binlerce yaşamın yok olmaktan, çürümüşlükten
kurtulmasına karşılık bir yaşam… Bir ölüme karşılık yüz yeniden doğuş… Hesap
var burada! Ayrıca toplumsal dengede bu veremli, aptal, acımasız kocakarının
yaşamının ne anlamı olabilir ki? Bir bitin ya da hamam böceğinin yaşamından
fazlası olamaz. O kadar bile değildir, çünkü topluma zararı vardır kocakarının.
İnsanların yaşamına zararı var:” (S. 101)
“ Dürüst, duygulu bir insan içini döker, işbilir adam
dinler, zamanı gelince de öğrendiklerini çıkarına kullanır.” (S. 163)
“…ölüm cezasına çarptırılmış biri sehpaya çıkmadan bir saat önce şöyle
söylüyor, ya da düşünüyordu: “Yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde ancak iki
ayağımı koyabileceğim kadar daracık bir yerde yaşayacak olsaydım, dört bir
yanım uçurumlarla, okyanuslarla çevrili olsaydı, fırtınalar, zifiri karanlık
olsaydı her yanım, kimsecikler olmasaydı yanımda, o daracık yerde öylece bir
ömür, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamak isterdim… Evet, şimdi ölmektense, öyle
yaşamak isterdim! Yaşayabilsem, yalnızca yaşayabilsem, yaşayabilsem! Nasıl
olursa olsun, yaşasam!..” Ne yaman bir gerçek! Tanrım, ne yüce bir gerçek bu!
Ne alçak bir yaratık şu insanoğlu! (Aradan bir dakika geçtikten sonra ekledi)
Bu nedenle ona alçak diyen de alçaktır! (S.200-201)
“Kapılarını kilitlemelerini gerektirecek bir şeyleri olmayan insanlar ne
mutludurlar, değil mi?” (S.294)
“Svidrigaylov başını hafifçe önüne eğdi, başka yana bakarak kendi kendine
konuşuyormuş gibi,
-Böyle durumlarda (hayal görme durumlarında) genelde ne derler insana diye
mırıldandı Svidrigaylov. Şöyle derler: ‘Hastasın sen. Sana öyle geliyor.
Aslında yok öyle bir şey. Aslında mantığın kabul edeceği bir şey değil
kuşkusuz. Bu tür hayallerin yalnızca hastalara göründüğünü ben de biliyorum.
Ama bu, hayallerin yalnızca hastalara göründüğünü gösterir, yoksa görülen
hayallerin (halusinasyonların) gerçek olmadığı anlamına gelmez.
Raskolnikov sinirli,
-Elbette yoktur dedi.
Svidrigaylov başını yavaşça çevirip baktı Raskolnikov’a.
-Yok mudur? Öyle mi düşünüyorsunuz? Böyle düşünecek olursak: ‘Hayalet
dediklerimiz başka dünyaların parçaları, orda yaşayan yaratıklar, o dünyaların
başlangıcıdır diye düşünsek… Sağlıklı insanların onları görmelerine hiç gerek
yoktur, çünkü sağlıklı insan daha çok bu dünyanın insanıdır, dolayısıyla bu
dünyadaki yaşamın tam olması, düzenin bozulmaması için bu dünyanın yaşamını
yaşamalıdırlar. Ama sağlığı birazcık bozulacak olursa, organizmasında bu
dünyanın olan yaşam düzeni birazcık bozulursa hemen başka bir dünyanın yaşam
belirtileri kendini göstermeye başlar. Hastalığı ne ölçüde ilerlerse öteki
dünyaya yakınlığı da o ölçüde artar. Öldüğü zaman da bütünüyle öteki dünyaya
geçer.” ( S. 345)
“Her şeyde, aşılması tehlikeli
olan bir sınır vardır. O sınır bir kez aşıldı mı, bir daha geri dönüşü yoktur.”
( S. 358)
“-Başkaca bir nedeni
kabul etmiyorlar! Saçmaladığım falan da yok benim!.. Onların kitaplarını
göstereceğim sana. Her şeyi “toplumdaki bozukluklara” bağlıyorlar. Başka bir
şey yok onlara göre! En çok sevdikleri deyim de budur! Buradan da şu sonucu
çıkarıyorlar: Toplumdaki bozukluklar düzeltilirse protesto edilecek bir şey
kalmayacağı için her türlü suç da bir anda kalkacaktır ortadan, herkes dürüst
olacaktır. Doğa hiç hesaba katılmıyor... İnsanın doğası dışlanıyor. Yok
sayılıyor doğa! Onlara göre tarih boyunca doğal bir süreç içinde gelişen,
sonunda kendi düzenini kendi kuran bir toplum değildir asıl olan... Tam
tersine, yalnızca matematik çalışmış bir kafadan çıkma, tarihsel, doğal bir
süreçten geçmeden toplumu hemencecik düzene sokuveren, insanları bir anda
dürüst, kusursuz yapıveren bir düşüncedir savundukları! Tarihi, içgüdüsel
olarak sevmemelerinin nedeni de budur işte: “Rezaletten, saçmalıklardan başka
bir şey yoktur tarihte.” Saçmalıklarla açıklarlar tarihteki her şeyi. Yaşamın
doğal gelişimini de bu yüzden sevmezler: Nemize gerek bizim yaşayan insan!
Canlılık ister yaşayan insan, mekanik yasalara boyun eğmez, kuşkucudur,
gericidir! Bir ölü kokusu bile olsa burada, kauçuktan da yapılabilir aynı şey.
Canlı olmayan, iradesiz, baş kaldırmayan bir köle... Sonunda her şeyi getirip
yalnızca bir tuğla istifine, falansterlerde koridorların, odalann
yerleştirilmesine bağlıyorlar! Evet, falanster hazır ama, falanster için
doğanız henüz hazır değil. Yaşamak istiyor falansteriniz, yaşam sürecini
tamamlamadı daha... mezara girmesine çok var! Yalnızca kuru bir mantıkla
aşamazsınız doğayı! Mantık üç beş olayı çözebilir ancak, oysa doğada
milyonlarcası var... Bütün bu milyonlarca olayı koparıp atmak, her şeyi
yalnızca rahatlık, sorunsuzluk düşüncesine bağlamak! Sorunun en kolay çözümüdür
bu! Ne kolay değil mi? Kafa patlatmaya gerek yok! Asıl önemli olan da kafa
patlatmamaktır zaten! Yaşamın tüm gizi iki sayfaya sığar o zaman!” (S.309)
“İlk
çağlardakilerden başlayıp Lycurgus'la, Solon'la, Muhammet'le, Napoleon'la vb.
devam edersek, insanlığın yasa koyucularının, düzen getiricilerinin hepsi birer
suçluydu. Hiç değilse, yeni bir yasa getirirken, o güne dek toplumun kutsal
bildiği, atalardan kalma yasaları değiştirdikleri için suçluydular. Kuşkusuz,
kendilerine bir yararı olacaksa (kimi zaman eski yasalara sadık kalmaktan başka
suçu olmayan suçsuz insanların kahramanca döktükleri) kan bile durduramamıştır
onları. Asıl ilginç olan da insanlığın her şeyini borçlu olduğu bu yüce
kişilerin, bu düzen kurucuların büyük çoğunluğunun gerçekte acımasız birer kan
dökücü olmalarıdır. Sözün kısası, buradan şu sonucu çıkarıyorum: Değil büyük
insanlar, toplumda çok az, sürüden ayrılan, yani söyleyecek çok küçük de olsa
bir şeyi bile olan insanların tümü, yaradılışları gereği, (kuşkusuz, az ya da
çok), kesinlikle birer suçlu olmak zorundadır. Yoksa sürüden ayrılmaları çok
güç olur. Sürüde kalmaya, gene yaradılışları gereği, razı olamazlar kuşkusuz.
Bana sorarsanız razı olmamaları da gerekir.” (S.313)
“Ana
düşüncemin özü de şudur: Doğanın yasaları gereği insanlar genelde iki
gruba ayrılırlar: Aşağı sınıf (olağan olanlar) ki böylelerinin görevi yalnızca
kendileri gibi yaratıkların üremesinde hammadde görevi yapmaktır; bir de
bulundukları ortamda söyleyecek yeni birşeyleri olan
yetenekli, üstün insanlar... Kuşkusuz, burada birçok da alt bölümler söz
konusudur. Ama bu iki grubu birbirinden ayıran çizgiler oldukça keskindir:
Birinci grup, yani hammadde olan insanlar genel söyleyecek olursak,
yaradılıştan tutucudurlar, uysaldırlar, her şeye boyun eğerek yaşayıp giderler,
söz dinlemeyi severler. Bence bu tür insanlar söz dinlemek zorundadırlar da,
çünkü bu onların yaradılış nedenidir. Bunda onları küçük düşürücü bir yan da
yoktur. İkinci gruba gelince, sürekli yasaların sınırlarını zorlarlar
böyleleri. Yetenekleri ölçüsünde yıkıcıdırlar, ya da buna yatkındırlar. Bu
tür insanların suçları görecedir kuşkusuz, ayrıca çok çeşitlidir. Hayli değişik
söylemlerle, daha iyi bir düzen adına günün düzeninin yıkılmasını savunurlar.
Ama düşüncelerini gerçekleştirmek için cesetler üzerinden, kan gölleri
üzerinden atlamaları gerekse bile, bence, ruhunun derinliklerinde,
vicdanlarında bu kan gölünün üzerinden atlamaya izin verebilirler kendilerine.
Ama şurasını da unutmamak gerekir kuşkusuz, düşüncelerinin büyüklüğüne bağlı bir
şeydir bu. ... Ancak, pek de öyle endişelenecek bir şey de yoktur burada: Sürü
hemen hiçbir zaman onlara bu hakkı tanımaz, (azını ya da çoğunu) katleder,
olmazsa asar. Böylece tam anlamıyla haklı olarak, kendi tutucu görevini yerine
getirmiş olur. Öte yandan, sonraki kuşaklarda sürü bu kez atalarının
katlettiği, astığı bu kişilerin (azının ya da çoğunun) anıtlarını diker, önünde
saygıyla eğilir. Birinci grup her zaman için bugünün efendisidir, ikinci grup
ise geleceğin efendisi. Birinci grup dünyayı korur, dünyada insanların
çoğalmasını sağlar, ikinci grup ise dünyayı harekete geçirir, amacına doğru
götürür. Birinci grubun da ikinci grubun da var olmaya eşit hakları vardır.
Sözün kısası, benim için ikisinin de hakları eşittir ve... vive la guerre éternelle (yaşasın sonsuz savaş) ... Kuşkusuz
yeni bir Kudüs'e kadar ! (S.314)
Ve.... Raskonikov'un başrol olduğu sahneler elbette unutulmazdır. Hatta nette bu sahneler ile ilgili pek çok çizim bulunmakta. Özellikle odasının çizimleri ve balta ile öldürme sahnelerinin çizimleri içinde son derece etkileyici olanlar da var. Kitapta beni etkileyen sahnelerden birini paylaşmak istiyorum sizlerle... Başrol Dunya ve Svidrigaylov'un....
““Tabancasını
attı!” diye bağırdı, derin bir soluk aldı.
Birden yüreğinden bir ağırlık kalkmış gibi oldu. Ancak bu, ölüm korkusunun
yarattığı bir ağırlık değildi, zaten onun şu anda ölüm korkusu duyduğu
söylenemezdi. Bu, bütünüyle kendisinin de belirleyemediği daha başka, acı verici,
karanlık bir duygudan kurtuluştu. Dunya'ya yaklaştı, kolunu yavaşça beline
doladı. Dunya karşı koymadı, ama yaprak gibi titriyor, yalvaran gözlerle ona
bakıyordu. Svidrigaylov bir şeyler söylemek istedi, dudakları kıvrıldı, ama
konuşamıyordu.
Dunya yalvarırcasına:
“Bırak beni!” dedi.
Svidrigaylov titredi, bu senli seslenişte
deminkilere benzemeyen bir şeyler vardı.
“Sevmiyor musun beni?” diye
sordu Svidrigaylov usulca.
Dunya başını olumsuz anlamda salladı.
Svidrigaylov umutsuzluk içinde fısıldadı:
“Ve...
Sevemezsin de? Hiçbir zaman?”
“Hiçbir
zaman...” diye fısıldadı Dunya.
Svidrigaylov'un ruhunda bir an süren
sessiz ama korkunç bir çatışma oldu. anlatılması zor bir bakışla bakıyordu Dunya'ya.
birden elini belinden çekti, döndü, hızla pencereye doğru yürüdü, arkası Dunya'ya
dönük orda durmaya başladı. Bir an ikisi de öylece durdular. "İşte anahtar" dedi
Svidrigaylov. Elini paltosunun sol cebine sokup çıkardığı anahtarı, dönüp
geriye bakmadan arkasındaki masaya bıraktı. “Alın ve hemen gidin!..” Israrla pencereden bakıyordu.
Dunya anahtarı almak için masaya yaklaştı.
“Çabuk! Çabuk!” diye
tekrarladı Svidrigayov, hâlâ arkası dönüktü. yalnız, “çabuk” sözcüğünde korkunç bir
şeyler tınlıyordu. Dunya bunu anlamıştı, anahtarı kaptığı gibi kapıya atıldı, kendini
dışarı attı. Bir dakika sonra kanal boyundaydı; çılgın gibi x- köprüsüne doğru
koşmaya başladı.
Svidrigaylov üç dakika kadar daha
pencerenin önünde durdu, sonra ağır ağır döndü, çevresine bakındı ve yavaşça
elini alnına götürdü. Yüzü tuhaf bir gülümsemeyle çarpılmıştı, zavallı, hüzün
dolu, cılız bir gülümsemeydi bu; umutsuzluğun gülümsemesi...”
KİTAPTAN NOTLAR
Konu Dostoyevski ve Suç ve Ceza olunca aslında yorum yapılacak fazla bir şey yok diye düşünüyorum. Üzerine pek çok araştırma yapılmış, tezler yazılmış bir baş yapıtla ilgili ben de naçizane izlenimlerimi aktarmak istiyorum.
Öncelikle kitabın fiziksel yapısından bahsetmek istiyorum. Kitap sayfa sayısı bakımından oldukça yoğun bir kitap. Romana eklenen Murat Belge'nin ön sözü ile Philip Rahv'ın son sözü ile sayfa sayısı oldukça artmış. Aslında yayınevinden aldığım diğer klasiklere oranla daha az sayfa sayısı olsa da; uzun saatler okuma yapan, ve boyun düzleşmesinden muzdarip benim gibi okurlar için kitap yorucu oldu diyebilirim.
Kitap ile ilgili bilgisi olmayan okuyucular için spolier içeriğinden dolayı önsöz ve son söz kısımlarının uzun tutulduğu kanaatindeyim. Ancak kitabı ikinci ya da daha fazla kez okuyan okuyucular için ayrıntıları anlamak bakımından iyi hazırlandığını düşünüyorum. Kitabı benim gibi ilk kez okumuyorsanız ÖNSÖZ ile birlikte SONSÖZ kısımlarını okuduktan sonra romana geçmenizi tavsiye ederim.
Romanın girişinde yer alan çizimler de son derece güzel bence. Her ne kadar insanın haya gücünü sınırlasa da yine de beğendim.
Dostoyevski'nin ustalığına diyecek yok elbette. Raskolnikov'un odasını, Koca karı'yı öldürmesini, yaşadığı buhranları öyle güzel anlatmış ki, (Elbette harika çeviri için Ergin Altay'ı da atlamayalım. ) zaman zaman içim daralmadı değil. Hele mezarı andıran o oda bana fenalıklar getirdi.
Son olarak Raskolnikov ile ilgili kafamda soru işareti oluşturan kısmı sorgulamak istiyorum. Raskolnikov, hırsızlık yapmasına ve cinayet işlemesine neden olan parayı acaba bir taşın altına saklayıp, hiç kullanmadı. Yazar acaba burada ne gibi bir mesaj vermek istedi merak ediyorum doğrusu...
Umarım arayı açamadan
YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE...
Kitabın yayınevini okuyamadım ama galiba Yordam Kitap. İyi bir yayınevidir. Önsözler ve sonsözler hiç yabana atılmamalı. Pek çok ayrıntıya dikkat çekmeleri açısından önemlidirler. Örneğin "Finnegan's Weak" kitabını önsözsüz anlama şansınız yok.
YanıtlaSilSon sorunuza gelince: Cinayet + soygun bileşik bir suçtur. Sonuçta soygun cinayeti beraberinde getirmiştir. Acaba soyguna başlarken cinayeti hedeflemiş midir? Sanmıyorum. Sonuçta cinayet ortaya çıkınca, soygundan sağlanacak menfaat onun için ortadan kalkmış ve anlamsızlaşmıştır. Bu bakımdan onun için anlamı kalmayan bir paranın ona sağlayacağı bir doyum kalmadığından bu gereksiz ayrıntıdan kurtulmak istedi diye düşünüyorum.
Saygılar.
Çok ayrıntılı bir yazı olmuş. Teşekkürler. Bu kitap çok isteyip de henüz okuyamadıklarım arasındadır.
YanıtlaSilUzun zaman önce okumuştum ben de, tekrar okumayı isterim :))
YanıtlaSilBlogunuzun zengin içeriğine hayran kalmamak imkansız, elinize sağlık..
YanıtlaSilÇok teşekkürler. Keşke daha fazla zaman harcayabilsem. eskisi kadar sık güncelleyemiyorum blogumu...
SilBen de üniversite yıllarında okumuştum. Yazınızı okuyunca tekrar okuyasım geldi.
YanıtlaSilmelabaaağ :)
YanıtlaSilMerhabalar,
YanıtlaSilDünyanın en büyük yazarlarından kabul edilen Rus Yazar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin 1866’da yayımlanan ve güncelliğini hiç yitirmeyen ölümsüz eseri Suç ve Ceza adlı romanından hafızama kazınan 20 alıntıyı okumanız için sizinle de paylaşmak istedim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/dostoyevskinin-suc-ve-ceza-romanindan-hafizama-kazinan-20-alinti/
‘’Sonra öğrendim bunun asla olmayacağını, insanların değişmeyeceğini ve onları kimsenin değiştiremeyeceğini ve bunun çabalamaya değmediğini. Evet, böyledir.’’ En çok da bu cümle hafızamda yer edinmişti. İnsanları olduğu gibi kabul etmemiz ve değiştiremeyeceğimiz şeyler için kendimizi üzmememiz gerekir.
Umuyorum keyifle okursunuz,
sağlıkla kalın.