17 Aralık 2012 Pazartesi

İSKENDER PALA - BABİL'DE ÖLÜM İSTANBUL'DA AŞK

MERHABALAR;


Divan Edebiyatı’nın geniş kitlelere yayılmasında önemli çalışmaları olan İskender Pala’nın,  2003’de yayımlandığında çok dikkat çeken ve ilgi gören, Divan Edebiyatı güzellemesi olan  “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” adlı romanıyla karşınızdayım uzun bir aradan sonra.

“ Bize kalırsa aşkı tanımayan bir okuyucu bu kitabı hiç okumamalıdır. Çünkü yazıcı, aşk konusunda istediği kadar deneyimli olsun ve inandırıcı şeyler söylesin, kitabın konusu herkesin can sıkıcı bulduğu acılar, hasretler ve ayrılıklar ise, hele de adını Elem koymuşsa, söylediklerinin aşka dair merak edilen şeyler söyleyeceğine kolay kolay kimseyi inandıramaz, bunu bilirim.”  (vii, romanın girizgah’ından...)



İlimler Akademisi’nin antik çağ bazilikalarından bozma kütüphanesinde, Kanun Koyucunun Bağdat’a girmesini kutlayanların dışarıdan gelen sevinç çığlıkları arasında çalışan Hilleli Mehmet Efendi (Fuzuli)’ye Keldani ve Asur tarihi uzmanı yetmişlik Süryani kütüphane görevlisi tarafından bir hançer verilir.

Kabzası çift boynuzlu ve çatal dilli bir yılan başı biçiminde dökülmüş bir hançerdir bu. Hançerin üzerinde son derece değerli taşlar ve yazılar vardır. Hançeri verirken kütüphaneci “ölmesini bilenler için hançer hayat demekir; ve aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır, ona sahip olan dünyaya hakim olur” der. Emanetini uygunsuz kişilerden korumasını ister. Hileli başta anlatılanlara pek önem vermez, hançerin maddi değeriyle ilgilenir. 

Kütüphaneyi Kanun Koyucu adına teslim alan Celalzade Mustafa, Fuzuli ile tanışır ve onu evinde yapılan sohbetlere davet eder. Burada ona Leyla ile Mecnun’u yazma fikri verilir.

Hilleli sonraki günlerde kütüphaneye uğradığında kütüphanecinin öldüğünü ve kendinden önce birkaç kişinin daha kütüphaneciyi sorduğunu öğrenince telaşlanır. Hançeri tekrar tekrar inceler. Hançerin üzerindeki 7 taşa aynı anda baskı uygulanınca hançerin kabzasından fırlayan sahtiyan şerit fırlar. Üzerinde karmaşık harflerin olduğu verev kesilmiş bir deridir bu. Başına gelebileceklerden korkan Hilleli şerit alır ve hançeri kaldığı medresenin avlusundaki dut ağasının altına gömerek ondan kurtulur. Deriyi de matarasının sapına astar olarak diker.

Bu kısım romanımızın bence en heyecanlı ve güzel bölümü. Bu bölümden sonra çöl kızı Leyla’nın yaptığı parşömene Hilleli’nin Leyla ile Mecnun mesnevisini yazması ve yazarken de öğrendiği yedi sırrı mesneviye gizlemesi bu nedenle de Kanun Koyucunun Bağdat’ı almasında Tanzimat dönemine kadar mesnevinin ve mesnevinin sırrının peşine düşenler anlatılıyor kitabımızda. Hem de mesnevinin üzerine yazıldığı parşömen tarafından… 



" Dicle'nin serin yamaçlarında bir çilek idim ben. Son taşkında bedevilerin bağlar ve bahçeleri harab olunca geç yeşermiş, şiddetli güneş ile erken kızarmıştım. Bir gün kara kaşlı, kara gözlü bir Arap kızı nazik elleriyle koparıp koydu sepetine beni. Dalım yaprağım benimle idi. Umuyordum ki al dudaklarına dokunacaktım. Hatta tam da dudaklarına yaklaştırmışken… Olmadı... Olamadı… Olamadım… Eksik kaldım, yarım kaldım.
Adı Leyla idi, dudaklarından koparıp bir kazana attı beni sonra hiç acımadan.  Hurma lifleri, çöl dikenleriyle beraber kaynadıkça kaynadı suyum, dağıldım, ezildim.  Yanıyordum ve henüz olgunlaşmamış bir hurma ile kol kanat olduk bu yangında birbirimize, ama nafile!.. Gül dudaklar umarken dikenler battı yüreğime. Yanışım ateşten miydi, aşktan mı anlayamadım. Bir tekneye döktü güzeller güzeli sevgi dolu varlığımı, çiğnetti çocuklara. Güneşte büyümüştüm, güneşte kurutulup candan ayrıldım. Mermer ile merdane arasında lif lif karıştım aynı kaderi paylaştığım hurma ile, birbirimize sıkı sıkı sarılmayı öğrendik dikenlerle. Rengim solarken canıma batan liflerin ve dikenlerin hesabını soramadım kimselerden."



 Arka Kapak


Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına...



Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem...

Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sırrın, binlerce yıl sonra, bir şair tarafından aşkın derin katmanlarına saklanarak korunacağını bilselerdi...

Sirüş başlıklı murassa hançerin kabzasına parmak izlerini bırakanlar, daha avuçlarının sıcaklığı gitmeden hançer kınında kan biriktiğini bilselerdi...

Bağdat, İstanbul, Roma, Paris ve diğerleri; kıyılarına vuran yeni aşkın, bütün eski tarihlerini dolduracak yoğunlukta olduğunu bilselerdi...

Bilgeler, katiller, asiller ve sevgililer; ellerinde tuttukları kitabın alev almaya hazır bir aşk külçesine dönüşmek üzere olduğunu bilselerdi...

Şair, ipeksi dizeleri arasına hayaller gibi sakladığı şifrelerin hoyrat ellerde ihtirasla parçalandığını, sonsuzluk şarabına kadeh yaptığı gelincik yapraklarının kinle dağıtıldığını bilseydi...

Ve şimdi kim bilebilir neler olacağını, 
Babil uyandığı zaman?!..



KİTAPTAN NOTLAR;

Romanımızın fonunu Osmanlı Devleti’nin en görkemli zamanlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın(Kanun Koyucu’nun) Bağdat’ı alışından başlayarak, hasta adama dönüşene kadar ki hali oluşturmaktadır. 

Romanın en ilginç tarafı romandaki hikâyenin her hangi bir karakter değil de kitabın ağzından anlatılmasıdır. Gerçi romanın geçtiği zaman dilimi boyunca yaşayabilecek gerçek bir karakter de pek mümkün değil ama… Acaba yazar bu şekilde sanatın insan hayatının üstünde zaman ve mekânlarda hüküm sürdüğü vurgusu mu yapmak istedi?

Romanda “Babil Cemiyeti (BC)” adlı gizli bir örgüt vardır. Bu örgüt, önceleri bilimsel bir amaçla kurulmuş; zamanla siyasî, entrikacı ve çıkarcı bir amaca yönelmiştir. Belli başlı devletlerin üst kademelerinde bu örgütün üyeleri vardır. Hatta Hürrem Sultan bile…


Romanı eleştirmek için ya da bir hata bulmak için okumadım elbette. Ancak okudukça gözüme bir sürü kurgu hatası çarptı ve bir noktadan sonra sadece bitirmek için okuduğum bir kitap oldu.  Yazar Divan edebiyatçısı, aşk üzerine bazı güzel benzetmeler de yapmış ama romanın kurgusu çok zayıf geldi bana.

Roman boyunca inanılmaz fazla yazım hatası vardı. Bunlar dizgi hatası olmak için de oldukça fazlaydılar. İskender Pala’ya yakıştıramadım…
Yazar roman boyunca tüm bildiklerini sıralamış ve adeta ve bilgi kalabalığı yapmış. Bu denli fazla bilgi kalabalığı da kitabın çok yavaş ilerlemesine sebep oldu benim için. 

Romanda diğer İskender Pala romanlarında olduğu gibi her bölüm öncesine ve bölüm içerisine serpiştirilmiş olan beyitlerle, birçok kişiyi hakkında çok az şey bildiği Divan Edebiyatıyla tanıştırma kaygısı bazen roman konusunun önüne geçmiş ve roman bölümleri arasında kopukluğa sebep olmuş...

Kitabı okumaya başladığımda başlangıçta konusu çok hoşuma gitti.  Osmanlı devleti zamanlarında aşk temalı bir gezintiye çıktığımı sırlarla, gizli cemiyetlerin olduğu maceralı bir roman okuyacağımı düşündüm.  Divan Edebiyatı şairlerinin bazı beyitleri de keyifli geldi. Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında roman son derece ağır bir hızda ilerliyor. Araya konan beyitler dikkat dağıtıp, asıl konudan uzaklaştırıyor.

Fuzuli, Baki, Nabi ve Şeyh Galip gibi şairlerin hepsi çok değerli şairler ancak abartı derecesinde övülmeleri gereksiz olmuş. Sanırım yazar burada “Divan Edebiyatı”nı sevdirme misyonuna uygun davranmış.

Osmanlı devleti zamanındaki hemen her şeyi detaylandırma kaygısı tempoyu tamamen düşürüyor. Hatta sırrın çözüldüğü bölümlerde bile heyecan artmıyor.  Yazar bazı önemli olaylardan sırf bahsedebilmiş olmak için bahsedilmiş havası var.  İskender Pala, sanki tüm bildiklerini sığdırmaya çalışmış bu kitaba.  Hatta o kadar ileri gidilmiş ki çoğu yerde, kitabın konusunun ne olduğunu dahi unuttuğumu hatırlıyorum.
Bir de roman boyunca göze batan, sırıtan sözcükler var ki, onlardan bahsetmek istiyorum.


“...cami, medrese, türbeler, aşevi, kervansaray, sıbyan mektebi, muvakkithane ve sebilleri aynı kompleks içinde...”(s. 71)



“...İstanbul'da sultan Bayezit'in sarayına hediye olarak sunulmuş, zekasıyla çevresindekileri etkileyince de sarayın kolej eğitimi veren enderun mektebine verilmişti...”

Gelişimini tamamlayamamış organizmalar, küveze konulmuş bebekler gibiydim; ama çok hızlı büyüyordum.”(s. 30 - 37)


Duman rengi bir lekeye dönmüştü adım, artık "Kays" diye okunamıyordu, ama kömürün izi, gizli bir fligran gibi Kays adını kazımıştı bağrıma. (s. 30 - 37)




Bahsedilen yapı külliye, hatta aynı cümlenin başında ve sonunda da geçiyor ama “kompleks” kelimesi sırıtıyor.  O dönem için bilinmeyen, kullanılmayan bir kelime diye tahmin ediyorum hiç değilse Osmanlı’da. “Kompleks”ten sonra roman içinde geçen ve dönemi anlatırken muhtemelen dönemde kullanılmayan bir kelime daha. “kolej”.  Bir de organizma ve küvez yok mu? Küvez icat edilmiş miydi, acaba o dönemlerde ? Gerçekten fena halde sırıtmış…

 “BUEM (Babil Uzay Araştırmaları Merkezi)” Böyle bir merkez gerçekten olsaydı adı herhalde o dönemin diline göre “Babil Feza Tetkik...."  gibi bir şey olurdu herhalde. Bu isim günümüze uygun ama kitaba değil… 
Ayrıca  “BC (Babil Cemiyeti)”, “L&M (Leyla ile Mecnun)” ve “BUEM (Babil Uzay Araştırmaları Merkezi)” kısaltması beni özellikle rahatsız etti. Bu sözcükler romanın doğasını bozmuş gibi geldi bana. Bir de “&” işareti yok mu tam bir fiyasko. Divan edebiyatı ile “&” işaretini bir araya getirmek her kitaba nasip olmaz elbette.

Acaba tabletler ve tarihi eserler gerçek midir? Romanla ilgili en merak ettiğim konu bu oldu diyebilirim bir de Fuzuli’nin mesnevisi hala herhangi bir yerde ilk yazıldığı şekliyle korunabilmiş midir acaba?

Bundan önce yazarın Şah ve Sultan, Od, Katre-İ Matem, romanlarını ve İki Dirhem Bir Çekirdek  ile Muhibbi derlemesini okudum. Katre-i Matem’i de biraz sıkıcı bulmuştum. Ama kurgusunu çok beğenmiştim. Şah ve Sultan ile Od’a hayran kalmıştım.  Ancak bence içlerinde dil bakımından en ağır ve konunun ilerleyişi açısından en sıkıcı bulduğum İskender Pala kitabı bu oldu diyebilirim.
Yazarın profesör kimliği yazar kimliğinin önüne fazlasıyla geçmiş. 

Bu akşamlık bu kadar...

Yeni paylaşımlarda görüşmek dileğiyle.....

NOT: İskender Pala fotoğrafı alıntıdır....BURADAN...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...