28 Haziran 2019 Cuma

HALİDE EDİB ADIVAR – MOR SALKIMLI EV

MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU SEVGİLİ TAKİPÇİLERİ;

Yazıma HALİDE EDİB ADIVAR'ı anlatan bir alıntı ile başlamak istiyorum. Alıntı Wikipedia'dan... 

Halide Edib Adıvar (Osmanlıca: خالده اديب اديوار; d. 1884 - ö. 9 Ocak 1964), Türk yazar, siyasetçi, akademisyen, öğretmen. Halide Onbaşı olarak da bilinir.

Halide Edib, 1919 yılında İstanbul halkını ülkenin işgaline karşı harekete geçirmek için yaptığı konuşmaları ile zihinlerde yer etmiş usta bir hatiptir. Kurtuluş Savaşı’nda cephede Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış bir sivil olmasına rağmen rütbe alarak savaş kahramanı sayılmıştır. Savaş yıllarında Anadolu Ajansı’nın kurulmasında rol alarak gazetecilik de yapmıştır.

II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte yazarlığa başlayan Halide Edib; yazdığı yirmi bir roman, dört hikâye kitabı, iki tiyatro eseri ve çeşitli incelemeleriyle Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri Türk edebiyatının en çok eser veren yazarlarındandır. Sinekli Bakkal adlı romanı, en bilinen eseridir. Eserlerinde kadının eğitilmesine ve toplum içindeki konumuna özellikle yer vermiş, yazıları ile kadın hakları savunuculuğu yapmıştır. Birçok kitabı sinemaya ve televizyon dizilerine uyarlanmıştır.

1926 yılından itibaren yurtdışında yaşadığı 14 sene boyunca verdiği konferanslar ve İngilizce olarak kaleme aldığı eserler sayesinde zamanının dış ülkelerde en çok tanınan Türk yazarı olmuştur.

İstanbul Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olan Halide Edib, İngiliz Filoloji Kürsüsü Başkanlığı yapmış bir akademisyen; 1950’de girdiği TBMM’de ise milletvekilliği yapmış bir siyasetçidir. I. TBMM hükümetinde sağlık bakanı olan Adnan Adıvar’ın eşidir.


ARKA KAPAK

Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev, yarım asırdan ziyade, bazan da her gece, bu küçük kızın rüyalarına girmiştir. Arka taraftaki bahçeye nazır pencereler, çifte merdivenlerin sahanlıklarındaki ince uzun pencereleri, baştan başa mor salkımlıdır ve akşam güneşinde mor çiçekler arasında camlar birer ateş levhası gibi parlar.
Halide Edib Adıvar, anılarını iki cilt haline kaleme almış, bu iki cildi de hayatının ayrı dönemlerinde yazmıştı. Mor Salkımlı Ev, yazarın çocukluk günlerinden 1918 yılına kadar olan dönemi anlatır. ‘İstiklâl Savaşı Hatıraları’ alt başlığını verdiği Türk’ün Ateşle İmtihanı ise bu tarihten 1923 yılına kadar olan olayları.Mor Salkımlı Ev’de, ülkesinin tarihine hem bir aydın, hem de bir eylemci olarak büyük katkılarda bulunmuş bir yazarın yetiştiği yılları okuyacaksınız.

“İçimde, mor salkımlı bir ev var, Beşiktaş taraflarında idi. Çocukluğum, o evde geçti, gittim, aradım, bulamadım, yanmış... Onu yazacağım.”  
       
Mor Salkımlı Ev'de, ülkesinin tarihine hem bir aydın, hem de bir eylemci olarak büyük katkılarda bulunmuş bir yazarın yetiştiği yılları okuyacaksınız. 


KİTAPTAN NOTLAR

Mor Salkımlı Ev Halide Edib Adıvar’ın kendi hayatını çocukluğundan itibaren 1918 yılına kadar anlattığı anı kitabıdır.

Yazar eserin başlarında bizi annesini küçük yaşlarda kaybetmiş küçük bir kız çocuğu karşılamakta. Bu küçük kız çocuğu kendisinin bakımını üstlenen haminnesinin Mevlevi bakışı ile babası saray görevlisi Mehmet Edip’in batılı bakışı arasında serpilmektedir. Kitabın bu kısımları üçüncü tekil şahsın ağzından yazılırken, kitabın ilerleyen bölümlerinde anlatım birinci tekil şahsın ağzından anlatılmıştır. 

Bu anlamda teknik olarak farklı bir anlatım tekniği olmuştur. Yazarın ilk dönem çocukluk anıları daha silik olduğu için mi bu şekilde bir teknik tercih edilmiştir bilemiyorum ancak ben birinci tekil şahıs kullanarak anlatılan kısımları yazarı anlamak bakımından daha çok beğendiğimi söyleyebilirim.

Yazar kendi çocukluğuna anılarına yer verirken, bir taraftan da dönemin siyasi, tarihi olaylarına da yer vererek hayatına yön veren olayları da anlatmıştır. Özellikle babasının saraydaki görevinden dolayı küçük yaşlardan itibaren siyasetin içinde olmuş, yaşadığı yıllar bakımından Osmanlı’nın son yılları ile Genç Cumhuriyetin ilk yılları Halide Edip’in hayatını şekillendirmiştir.

Kitabı dili pek ağır olmamakla birlikte yayın evinin metnin içerisinde yer alan kelimeleri Türkçeleştirmek yerine, dipnotlar ile anlamlarını vermesi doğru bir yaklaşım olmuş. Hem metne sadık kalınmış hem de kelimeleri anlamları için ayrıca araştırmaya gerek kalmamış. 
  

ALINTILAR

“Nevres Bacı'nın odasının karanlığı o kadar katı bir cisim halindeydi ki, Mark Twain'in dediği gibi, insan âdeta ısırabilirdi. Fakat dişlerini kırmadan çiğneyemezdi.”( Sayfa 28)

 “Hazreti Ali sadece savaş meydanı kahramanının karşısına çıkamadığı ilkel ve kollektif kafalardaki korku sembolünü yok eden bir manevî güç belirtiyordu. Ulusların kafasındaki ve halkın ruhundaki yerleri sürekli olan kahramanların arasında garip bir benzeyiş vardır.”( Sayfa 44)

“... hiçbir hayvan işkencenin ve vahşetin verdiği zevke dayanarak, başka hayvanları parçalamamıştır. Hayvanlar bekaları için her türlü canavarlığı yapabilirler, fakat hiçbir zaman bu, sadece bir eğlence değildir.”( Sayfa 50)

 “Bir kadın, her zaman kocasının dışarıdaki münasebetlerine tahammül edebilecek bir vaziyette olsa dahi kendi evini başkası ile paylaşması mümkün değildir. Çin yazılarında bunu ifade edebilen iki sembol vardır. Açıkta iki kadın sulh sembolüdür, dam altında iki kadın harp sembolüdür.”( Sayfa 106)

“Küçük yaştakinlerin serbest ve tabii inkişafları (gelişmeleri) ancak etraflarının lüzumundan fazla tesiri altında kalmamaları ile mümkündür.”( Sayfa 148)

 “İnsan tabii vatanını bir bütün olarak sever. Fakat ne olursa olsun, herkesin bir çocukluk hissi ile bağlı olduğu bir köşe vardır.” (Sayfa 202)

 “Burada hep Kant'ın bir sözünü hatırlarım: “Dünya sahnesine insanların girişini, şiddetle bir nefret duymadan seyretmek mümkün değildir. Çünkü insanların birbirlerine yaptıkları kötülük tabiatın yaptığından çok daha fazladır.”( Sayfa 226)

“İnsanların birbirine yaptıkları kötülük tabiatın yaptığından çok daha fazladır.”( Sayfa 256)

“-Sen niye şarkı söylemiyorsun Jale?
-Benim artık annem yok ki...” ( Sayfa 291)

YENİ PAYLAŞIMLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE....

SEVGİLER... 

20 Haziran 2019 Perşembe

FRANZ KAFKA – DÖNÜŞÜM (DİE VERWANDLUNG)


MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU DEĞERLİ TAKİPÇİLERİ...

“ Biraz daha uyusam ve bütün bu delilikleri unutsam nasıl olur acaba,” diye düşündü,...” (Sayfa 18)

Alman Edebiyatı denince, Stefan Zweig ile Franz Kafka benim için ayrı bir yere sahiptir. Çağdaş olmaları, benzer olaylarla muhatap olmaları, kitaplarındaki duygu aktarımı göz önünde bulundurulduğunda her ikisini okumak da bana büyük keyif verir. "DÖNÜŞÜM" daha önce blogumda yer verdiğim bir kitaptı. Ancak "DAVA"yı alırken Koridor Yayıncılık'ın bez ciltli kapağının albenisine kapılıp, yeniden almış ve yakın zamanda da okumuştum. Aynı kitabı iki farklı çevirmenin yorumu ile okumak ve yorumlamak ayrıca keyifliydi. 


ARKA KAPAK
En çok okunan klasikler, Türkiye’nin önde gelen çevirmenlerinin özenli çevirileri ve alanında uzman akademisyenlerin editörlüğünde okuyucularla buluşuyor.

Bir sabah yatağında kendini bir böcek olarak bulan Gregor Samsa, yabancılaştığı bedenine bakarken bir yandan da ona nasıl davranacağını bilemeyen aile bireylerinin yaşadığı şokla başa çıkmaya çalışır. Disiplinli yaşam tarzıyla ailesinin geçimini omuzlamış, gezici bir satış temsilcisi olan Gregor’un zihinsel faaliyetleri, dönüşen bedenine rağmen devam etmektedir; ancak ailesi ve işe geç kaldığı için eve kontrole gelen patronu kısa bir şaşkınlık sürecinden sonra onun artık işe yaramaz bir böcek olduğunu kabullenmek zorunda kalır.
Alıştığı düzenden koparak ister istemez bambaşka bir yaşam biçimine geçen Gregor’un iki farklı düzlemin yarattığı gerilim hattında gelişen öyküsünü yorumlamak ise Kafka’nın varoluş labirentinde bir çıkış arayan okuyucunun hayal gücüne kalıyor.
Hayata başkaldırdığı, başka bir deyişle genel-geçer normlarla uzlaşmayı kabul etmediği için koyu bir yalnızlığa itilen bir bireyin aile içinde ezilmesini ve toplumsal anlamda hiçleşmesini okurken, siz de Gregor’la aynı odaya kapatılmış, onun gözünden dışarıya bakarken bulacaksınız kendinizi.



ÖZET
Eser ilk olarak 1915 yılında yayımlanmıştır. Kafka denince akla ilk gelen kitaptır.  Öykü, babasının iflasının ardından ailesinin geçimini üzerine almış, pazarlamacı olarak sık sık seyahat etmek zorunda olan Gregor Samsa'nın bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş bulmasıyla başlar. 

“Gregor Samsa bir sabah tedirgin rüyalardan uyandığında, kendini yatağında azman bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sert sırtının üstünde yatıyordu ve başını biraz kaldırdığında yay biçimindeki eklem sertliklerinin bölümlendiği, en yüksek noktasında  yorganın büsbütün aşağıya kaymamak için zar zor tutunduğu kahverengi, tümsek, karnını gördü. Normal büyüklüğüyle karşılaştırıldığında acınası incelikteki bir sürü bacağı gözlerinin önünde çaresizlik içinde ışıltıyla titreşiyordu.” (Sayfa 17)


Gregor Samsa bir sabah uyandığında, kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Odasına göz attığında herhangi bir değişiklik yok gibidir. Biraz uyusa, uyanınca her şey yoluna girecektir belki de. Sağına dönüp uyumaya çalışır ancak yeni bedeniyle ne kadar uğraşırsa uğraşsın sağına dönmesi imkânsız gibidir.

“Bu erken kalkma yok mu diye düşündü. “insanı tamamen sersemleştiriyor. Uykusunu almalı insan.” (Sayfa 19)

Bu esnada sanki her şey çok yolunduymışcasına Gregor işini düşünmeye başlar. Erkenden kalkışını, yolculuk etmekle geçen günlerini… Ama her ne kadar işinde çok yorulsa ve bundan memnun olmasa da işini değiştirmesi imkânsız gibidir. Çünkü babasının Gregor’un patronuna yüklüce borcu vardır. Bu borç beş altı yılda bitmeyecek gibidir. Babasının borcu bittiğinde patronuna gerçek düşüncelerini söyleyecek ve işi bırakacaktır.

Bu esnada kapı çalınmaya başlar. Önce annesi kapıyı çalar, ardından babası kapıyı yumruklar. Neyse ki kapı kilitlidir de içeri giremezler. Gregor’un niyeti kalkıp kahvaltı etmek yapacaklarını düşünmek ve karara varmaktır. Denetim altına almakta zorlandığı minik bacakları kalkmasına izin vermez. Bu sırada mağaza müdürü de Gregor’u sormaya gelir. Sonunda kendini yataktan atarak inmeyi başarır. 


Ancak kapıyı açamaz. Ailesi ve müdürü başta Gregor’un hasta olduğunu düşünürler. Yoksa işine gitmemesinin başka açıklaması yoktur. Gregor da hasta olduğunu, işten kaçmak gibi bir niyeti olmadığını, toparlanır toparlanmaz yola çıkacağını söyleyerek müdürü iknaya çalışır. Babası kız kardeşi Grete’yi doktor ve çilingir için dışarı yollar.

Gregor böcek bedeniyle büyük bir çaba harcayarak ayağa kalkmayı ve anahtarı kendine zarar verme pahasına çevirmeyi başarır. Manzara dışarıdakiler için korkunçtur. Gregor onlarla iletişim kurmaya çalışsa da çabaları boşunadır. Bu çabalar onları daha fazla korkutmaktan başka işe yaramaz. Annesi babasının kollarında bayılır, müdür koşar adım uzaklaşır. Babası da Gregor’u bir darbe ile bayıltır.


Gregor uyandığında akşam olmuştur. Kendisini odasında yaralı bulur. Çok da açtır. Kız kardeşi Grete’nin Gregor’un sevdiğini düşünerek bıraktığı sütü içemez. Sabah sütün içilmediğini gören Grete eski bir gazete üzerine çeşitli yiyecekler koyarak Gregor’un neler yiyebileceğini kestirmeye çalışır. Gregor’un bakımını böylece kız kardeşi üstlenmiş olur. Bu durum ileriki dönemlerde Gregor ile ilgili kararlarda da etkin olacağının göstergesi gibidir.

Gregor artık çalışmadığı için evde işler yolunda gitmez. Evin babası işe girer. Grete, tezgâhtarlık yapmaya başlar ve böylece konservatuvar hayalinden iyice uzaklaşır. Oysa Gregor kardeşi için para biriktirmektedir ve Grete’yi konservatuvara göndermek istemektedir. 

Ev işlerine bakan iki hizmetçi hem maddi sebeplerden hem de Gregor’dan dolayı işten çıkınca işler anneye kalır. Bu durum ailenin Greogor’dan her geçen gün biraz daha uzaklaşmasına hatta tiksinti duymalarına sebep olur. Dönüşümden önce evin tüm yükünü üstlenen ve saygı gören Gregor bir anda işe yaramaz ve değersiz olmuştur.


Ailenin Gregor’a karşı tiksintisi; Gregor’un odasından çıkmaya cesaret ettiği gece daha da pekişir. Gregor’u gören annenin çığlıkları ve bayılması üzerine babanın öfkesi Gregor’a yönelir. Babası Gregor’u elma yağmuruna tutar. Gregor’un bedenine saplanan bir elma yaralanmasına sebep olur. Elma Gregor’un bedeninde uzunca süre kalır.

“Gregor’un bir aydan fazla acısını çektiği ağır yarası –elma kimse onu çıkarmaya cesaret edemediği için bariz bir anı olarak etinde yapışıp kalmıştı-, onun üzücü ve tiksindirici şekline rağmen kendisine düşman gibi davranılmaması, tam tersine diş sıkarak da olsa ailevi görev gereği katlanılması, sadece ve sadece katlanılması gereken bir aile üyesi olduğunu babasına bile hatırlatmış gibiydi.” (Sayfa 65)

DEVAMI KİTABIMIZDA...


“ “Sevgili annecim ve babacım,” … “bu böyle devam edemez. Siz bunu görmüyor olabilirsiniz, ama ben görüyorum. Bu canavarın karşısında erkek kardeşimin adını telaffuz etmek istemiyorum ve bu nedenle sadece diyeceğim o ki, ondan kurtulmayı denemek zorundayız. Onun bakımını sağlamak ve ona katlanmak için insanın elinden ne geliyorsa hepsini yapmaya çalıştık, öyle sanıyorum ki, kimse bize en ufak bir suçlama yöneltemez.” “ (Sayfa 79)


“ “ Gitmeli buradan,” diye bağırdı kız kardeşi, “tek çare bu, baba. Yeter ki sen bunun Gregor olduğu fikrinden kurtul. Esas talihsizliğimiz bunca zaman buna inanmış olmamız. Oysa nasıl Gregor olabilir ki o? Eğer Gregor olsaydı, insanların böyle bir hayvanla birlikte yaşamasının mümkün olmadığını çoktan kavramış ve kendiliğinden gitmiş olurdu. O zaman bir kardeşten yoksun kalırdık, ama onu saygıyla anarak yaşamaya devam edebilirdik” (Sayfa 81)



KİTAPTAN NOTLAR

Söz konusu kitap “Dönüşüm” olunca;  insanın söyleyeceği pek çok cümle olsa da bir taraftan da insanı çaresiz hissettiriyor insana. Stanley Corngold, “Eleştirmenin Çaresizliği” adlı kitabında “Dönüşüm” ile ilgili 130 farklı açıklamaya yer vermiştir. Bu kadar açıklamayla elbette boy ölçüşemem. Edebiyat eğitimi olmayan bir kitapsever olarak ben de kitabı kendimce yorumlayacağım. Daha önceki yorumuma katılmakla birlikte, ekleyeceklerim de olduğunu söylemek istiyorum. Aynı kitabı okusam da okuyan ben aynı değilim sonuçta.


Kafka'nın 25 Ekim 1915'te “Dönüşüm” ü basan yayınevine gönderdiği ve ilk baskının kapak resmi ile ilgili sıkıntılarını anlattığı mektupta “Böcek” (Insekt) kelimesini kullanır ve “Kapakta böcek olmasın. Uzaktan bile görülmesin” der. Yazarın “Dönüşüm”ün kapağında böcek metaforunun olmamasını istediğini ve pek çok yayın evinin bu duruma saygı göstermediğinden yola çıkacak olursak; kapağında böcek olmayan  kitap olmuş diyebiliriz. Bu konuda gösterdiği hassasiyet bakımından yayın evini kutlamak lazım.

Kitabın kapak ve kağıt kalitesi de tartışılmaz. Koridor yayınlarının bez ciltli klasiklerini gerçekten çok beğeniyorum. En kısa sürede sayılarının artmasını umuyorum. Sırası gelmişken, söylemeden geçemeyeceğim; cilt ve baskı olarak “Öteki Yayınları” nın da baskılarını beğendiğimi söylemeliyim. Şato, Milena’ya Mektuplar, Felice’e Mektuplar, Babaya Mektup, Öteki Yayınlarından aldığım eserleri yazarın.

İçeriğe gelince başlangıçta böceğin türü ya da tam büyüklüğü ile ilgili kafamda soru işaretleri oluşmuştu. Böcek insan boyutunda mıydı yoksa bir böcek boyutuna göre mi devasaydı. Gregor bir taraftan kapıyı açarken, öldüğünde bir küreğe sığacak kadar küçük oluyor çünkü.
Böceğin türüne de gelince Gregor’un ölümünden sonra hizmetçinin “bok böceği” demesi türüne işaret ediyor bence. 

Bu tanımlama duyulan tiksintiyi açıklar gibi. Gregor’un kendini böcek gibi hissetmesine gelince burada iki seçenek var bence. Franz Kafka Almanca konuşan, Çek asıllı bir Yahudidir. I. Ve II. Dünya Savaşları arasında yükselişe geçen Faşizm’in etkisiyle dışlanan, Yahudilere bir gönderme mi, yoksa babası tarafından asla takdir görmeyen ve hor görülen Kafka’nın bizzat kendisine mi bir gönderme acaba. Belki ikisi birlikte Gregor’u yaratmıştır kim bilir? Samsa Ailesi ile Kafka Ailesi'nin benzerliği ve Herman Kafka'nın oğluna "Ailenin sırtındaki parazitsin" dediği iddiaları bu savı destekler niteliktedir. 


Franz Kafka’nın ismine söyleniş olarak benzeyen Gregor Samsa, bence pek çok eleştirmenlerinin iddia ettiği gibi; Kafka’nın gerçek yaşantısından izler taşımaktadır. Ailesi içinde sadece kız kardeşi Ottla  ile yakınlığı, özellikle babasının kendisine benzememesinden dolayı “asalak” olarak görmesinden yola çıkarak kitapta Kafka’nın kendi dışlanmışlığını, yalnızlığını anlattığını düşünüyorum. Aynı zamanda Kafka'nın hasta (tüberküloz) olduğu zamanlarda kız kardeşinin yanında köyde kaldığı dönemlere de bir gönderme olabilir.  

“Babaya Mektup”u okuduktan sonra bu duygum pekişti diyebilirim. (Bence; Kafka okumaya başlamak için en uygun eser “Babaya Mektup”.  Kafka, okurken akılda soru işareti olarak kalan eksik parçayı bulmak için en uygun kitap bence. Bu kitapta da  Hermann Kafka kadar olmasa da baba baskınlığı hissediliyor bence.)


Bir de kitapta aklıma gelen sorulardan bir de Grete, Gregor’dan kurtulduktan sonra yeni kurban mı sorusu aklıma takıldı doğrusu. Gelişen ve dişileşen Grete çalışmayı pek de sevmeyen iflas eden babasının ve hasta annesinin yeni kurtrıcısı mıdır acaba? Bu sorumun yanıtını kitaptan uyarlanan filmde buldum gibi. Çünkü film mağaza sorumlusunun gezinti esnasında Grete ile karşılaşmakta ve imalı bir biçimde genç kıza bakmaktadır 1975 yapımı  Jan Němec filmi bu durumu destekler niteliktedir. Aynı filmde duvarda asılı "Kafka"ya ait fotoğraftan yola çıkılarak Samsa'nın Kafka olduğu fikri güçlenmektedir. 


Yeni paylaşımlarla görüşmek üzere... SEVGİLER...
NOT: ETİKETSİZ GÖRSELLER ALINTIDIR. 

14 Haziran 2019 Cuma

CENGİZ AYTMATOV – TOPRAK ANA


MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU DEĞERLİ OKUYUCULARI;


Sizlerle Kırgız yazar Cengiz Aytmatov‘un 1963’te yayınlanan ve Lenin Ödülü‘ne layık görülen romanı Toprak Ana’yı paylaşmak istiyorum. Eser pek çok dile çevrilerek ödülü hak ettiğini de göstermiştir bence. 


KİTABA BAŞLARKEN;
Babam Törekul Aytmatov,
Bilmiyorum mezarın nerededir
Bunu sana sunuyorum.
Anam Nahima Aytmatova,
Biz dört kardeşi sen yetiştirdin,
Bunu sana sunuyorum.


ARKA KAPAK
Cengiz Aytmatov, Toprak Ana romanında Erkekleri askere alınan bozkırın ortasındaki bir Kırgız köyünde geride kalanların çektiği sıkıntıları anlatıyor. Eldeki yetersiz yiyeceğin muhtaç olandan başlanarak dağıtılması, dört gözle beklenen hasat zamanları, umutların hasat zamanına ertelenmesi, savaş yüzünden ürünün hemen hepsinin merkezden istenmesi, boşa çıkan umutlar, yine açlık, sefalet, bir yandan cepheden gelen ölüm haberleri, umutsuz bekleyişler, savaşın uzun sürmesi üzerine aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, anaların evlatlarını bir bir askere göndermesi, ayrılıklar, gözyaşları... Yani tek kelimeyle ve bütün zulmetiyle; savaş. Cengiz Aytmatov, o her zamanki berrak ve akıcı üslubuyla bizleri, adeta insanları öğütür gibi harcayan savaş düzeneğinin yarattığı trajedilerle sarsıyor.


ÖZET
135 sayfalık kısa romanımızda olaylar toprağını ailesi kadar seven romanımızın başkahramanı Tolgonay'ın ağzından anlatılmaktadır. Roman boyunca Tolgonay, acı tatlı tüm yaşadıklarını Toprak Ana’ya anlatır. Tolgonay'ın toprakla yarenliği henüz küçücük bir çocukken başlamıştır. Tolgonay, tıpkı ailesi gibi ataları gibi geçimini topraktan sağlamaktadır. Büyüyüp serpildiğinde, kendisi gibi toprak işçisi olan Suvankul'a aşık olur ve çok geçmeden evlenirler. Üç oğulları olur. Tarlalarda çalışarak geçimlerini sağlarlar.

Oğullarının en büyükleri babasına benzeyen Kasım’dır. İkinci evlatları Maysalbek, de babasına benzeyen öğretmen olmak isteyen bir gençtir. Üçüncü oğulları Caynak ise annesine benzeyen bir gençtir. Suvankul, kendini geliştirir, okuma öğrenir. Köye ilk traktörü getiren ekip başıdır.  
Aradan yıllar geçer. Çocuklar büyür. Kasım babasının izinden giderek biçerdöver sürücüsü olur. Çok güzel bir dağ kızı olan Aliman’ı eve gelin getirir. Aliman eşine çok düşkündür. Tolgonay da gelinini sahip olamadığı kızı gibi sahiplenir ve çok sever. Maysalbek öğretmen olmak için, köy okulunu bitirince kente gider ve en küçükleri Caynak da Gençlik Kolu Kulübü'nün başkanı olur. Her şey yolundadır.

Köyde buğday hasatı zamanı geldiğinde ansızın köye gelen bir Rus askerinden savaş çıktığı haberini alırlar. Köydeki erkekler birer birer askere çağrılır. 

DEVAMI KİTABIMIZDA... 


KİTAPTAN NOTLAR

Nora yayınlarından okuduğum, yazarın Beyaz Gemi’si ve Ötüken Yayınlarından çıkan Cemile’nin ardından okumak üzere seçtiğim üçüncü Aytmatov kitabı yine Ötüken yayınlarından çıkan Refik Özdek tarafından çevrilen Toprak Ana oldu. Her ne kadar Cemile ve Toprak Ana’yı severek okusam da Beyaz Gemi’nin benim için bambaşka bir yere sahip olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Biçimsel özelliklere gelecek olursak; kitap isminin ve editör bilgilerinin yer aldığı iki sayfadan sonra bölümler halinde yazılmış kitabımıza Aytmatov’un babasına ve annesine ithafen yazdığı şiir ile giriş yapılıyor. Kitap on sekiz bölümden oluşmakta.  


Toprak Ana ve Cemile aynı dönemleri konu alan II. Dünya Savaşı yıllarını, savaşın şiddetini, savaş yıllarında insanların yaşadığı sefalet, açlık, acı, ölümü anlatmakta. Bu nedenle ister istemez kitapları ve karakterleri kıyaslıyor okuyucu.
Cemile ve Aliman savaşın genç kadınları her ikisi de kocalarını cepheye göndermiş, kendileri de cephenin gerisinde, savaşa destek olan kadınlar. Tolgonay da evlatlarını kaybeden güçlü bir kadın. Her şeye rağmen  gelinine sahip çıkan güçlü bir kadın. Bu yüzden de eli öpülesi bir kadın.

Bu güne dek, “savaş” konulu pek çok kitap okudum. Filmler izledim. Toprak Ana’yı bunlardan ayıran en önemli özellik, tank, tüfek göstermeden olayları savaş tüm şiddeti ile devam ederken; geride kalanların üzerinden anlatması. Bunu yaparken de eski ve yeni nesli temsil eden iki güçlü kadını seçmesi. 


Acılarla savaşan Tolgonay, ile acılarına teslim olan Aliman.
Tüm bunları yaparken de duyguları okuyucuya geçirme bakımından yazarın başarısı tartışılmaz. Küçük bir Kırgız köyünün sahne olarak seçildiği bir savaş kesitinden yola çıkarak, açlığı, sefaleti, ölümü… tüm şiddeti hissediyorsunuz.
Hayattan aslında pek de büyük beklentileri olmayan Kırgız köylülerinin elindeki ufacık mutlulukları da kaybı ayrıca beni en çok etkileyen durum oldu. Suvankul’un cümleleri özetliyor olayı. Ancak bu ufacık mutluluk bile çok görülüyor romanımızdaki kahramanlara…

“Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaştırılınca, kendi tarlamız olunca, kendi tarlamızı sürüp eker, kendi ürünümüzü kaldırınca, biz de mutlu olacağız. İnsanın çok büyük mutluluğa ihtiyacı yoktur Tolgonay. Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır.” (Sayfa 13)

Kitabın diline gelecek olursak. Yazarın kullandığı dil çok sade ve akıcı. Elinize almanızla bitirmeniz ve bitirirken de içinizde büyük bir burukluk hissetmeniz aynı anda oluyor neredeyse. Kitabı bu kadar hızlı okumaktan bahsetmişken aklınıza derinliği olmayan okuyup geçtiğiniz bir kitap olarak düşünmeyin. Kitap bittikten sonra etkisinden çıkması zor oluyor insanın. Bu anlamda kitabı okumanızı tavsiye ederim.


Okuduğum üç kitaptan da çıkardığım sonuç şu ki; yazarın kendi yaşantısından dolayı mıdır bilmem; kitaplarının mutlu sonla bitmemesi. Beyaz Gemi’nin boğazımda bıraktığı düğüm hala etkisini korurken; Toprak Ana ikinci düğüm etkisini yarattı.  Tek teselli Canbolat oldu. Ölümün içinden sıyrılan yaşam olarak…

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE…

7 Haziran 2019 Cuma

STEFAN ZWEİG – AMOK KOŞUCUSU

MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA TAKİPÇİLERİM;

“On gündür tek bir kelime bile konuşmadım. Aslında yıllardır... Artık o kadar zor geliyor ki bu, belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla…”(Sayfa 9)

Yine bir Zweig kitabını paylaşmak istiyorum sizlerle... 


ARKA KAPAK
Amok Koşucusu doktor olarak yardıma ihtiyaç duyan bir insana el uzatmanın vicdani yükümlülüğüyle kendi karmaşık duyguları arasında sıkışıp kalan bir adamın hikâyesidir. Hollanda Doğu Hint Adaları’nda görev yapan bir doktor, dara düşüp kendisine başvuran çok zengin bir kadının “yardım” talebini geri çevirir. Zira kadının mağrur ve hesapçı tavrı karşısında büyük bir öfkeye kapılmış, gururuna yenik düşmüştür. Ancak söz konusu olan insan hayatıdır. Kısa süre içinde pişmanlığın pençesine düşer. Kadına yardım etmeyi saplantı haline getiren doktor, Malezya halkında rastlanan bir nevi öldürücü delilik olan hummanın, amokun etkisi altına girer.





 “Sonuç olarak Amok.. evet, Amok şöyle bir şey: Bir Malezyalı, son derece sade, son derece iyiliksever bir insan, içkisini içiyor... orada öylece oturuyor, duygusuz, umursamaz, donuk.. tıpkı benim odamda oturduğum gibi.. ve birden ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor ve sokağa koşuyor.. dosdoğru koşuyor, hep dosdoğru... nereye olduğunu bilmeden. Yolda karşısına ne çıkarsa çıksın, insan, hayvan, hançeriyle vurup yere seriyor ve kan sarhoşluğu onu daha da öfkelendiriyor… Koşan adamın ağzından köpükler saçılıyor, delirmiş gibi uluyor…ama koşmaya devam ediyor, koşuyor,koşuyor, artık ne sağa bakıyor ne solda duruyor, sadece tiz çığlığıyla, elinde hançeriyle öyle korkunç bir halde ileriye doğru koşmaya devam ediyor… Köylerdeki insanlar bir Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler…onun koşarak gelmekte olduğunu gördüklerinde kekresi uyarmak için bağırırlar. Amok! Amok! Ve herkes kaçışır…ama o koşmaya devam eder, hiçbir şey duymaz, sürekli koşar hiçbir şey görmez, karşısına çıkan her şeyi yere yıkar… ta ki biri onu kuduz bir köpek gibi vurup yere serene ya da kendiliğinden köpükler içinde yere yıkılana kadar… ” (Sayfa 31)


ÖZET
1912 yılının Mart ayında; Napoli Liman'ından Oceania’ya yolculuk eden bir transatlantiğin yük boşaltma işlemleri sırasında gerçekleşen olaylar gündeme ağır bir şekilde oturmuştur.
Öykünün anlatıcısı Kalküta’daki gemi acentesinde Avrupa’ya döneüş için bilet aramaktadır. Ancak gemi daha Avusturalya’da dolmaktadır. Neyse ki şans eseri bir bilet bulunur ve gemiye biner. Her ne kadar bulunan kamara pek rahat olmasa da yine de bileti kabul eder ve yolculuk başlar. Kamarası pek de havadar olmadığından zaman zaman güvertede hava alır yolcu. Güvertede yıldızları izlerken yalnız olmadığını fark eder. Orada bir adam olduğunu fark eder. Her ne kadar başlangıçta çekingen davransa da sonrasında iki yolcu arasında bir sohbet ve arkadaşlık başlar.

“Kadın bana yazmıştı, ölmek zorunda değildim artık, ona yardım edebilirdim... ve belki... ah, delice varsayımların ve umutların içinde tamamen kendimi kaybetmiştim... yüz kere, bin kere okudum o küçük kağıt parçasını, öptüm onu... gözden kaçmış, unutulmuş bir sözcük kalmış mı diye enine boyuna inceledim... hayallerim giderek derinleşti, karmaşıklaştı; açık gözlerle gerçekleşen, hayaller içinde bir uyku durumu...bir tür felç, uykuyla uyanıklık arasında tamamıyla cansız, ama hareketli de bir hal, belki on beş dakika süren, belki de saatler...”( Sayfa 42-43)


Karşılaştığı adam bir doktordur. Sekiz yıl evvel çalıştığı hastanenin parasına el uzatmış ve amcasının da yardımıyla, biraz da maddi sebeplerle Avrupa’dan ayrılmak zorunda kalır.  Küçük bir kasabada doktorluk yapmaya başlar. Yaşadığı hayat başlarda öyle gelmese de sonradan boğucu bir hal alır. Avrupa’yı özler.
Bu esna esnada zengin ve asil bir kadın doktor ile görüşmeye gelir. Bekten kurtarmak Kadının yaşadığı yerden oldukça uzakta doktorluk yapan adama gelme sebebi, kendisini karnındaki bebekten kurtarmasını istemesidir. Kocası uzun zamandır iş nedeni ile Avrupa’dadır. Başka bir adamdan olan bu bebeğin ortaya çıkmaması gerekmektedir. Ancak kadın bu istediği rica eder gibi değil de küstahça, lütfeder gibi dile getirir. Konuşurken sürekli üst perdeden konuşur.

“İnatçı bir at gibi başını geriye atıyor. Öfkeyle bana bakıyor.
“Hayır, sizden rica etmeyeceğim.Ölmeyi tercih ederim.”(Sayfa 26)


Doktor yasal olmadığını söyleyerek kabul etmez. Kadın çok dil döker, para önerir. Ancak doktor yine de kabul etmez.  Bunun üzerine odadan çıkarak doktora sert bir şekilde bağırır ve ona ihtiyacı olmadığını gururlu ve kendinden emin bir biçimde söyler. Doktor onun bu tavrına çok kızsa da bir kadının boyun eğmeyişliğini görür ve içinde ilk defa bir kadına karşı böyle belirsiz duygular hisseder.

Kadının ardından gitse de ona yetişemez. Kadına yardım etmediği için başına gelebileceklerden dolayı; kendini çok suçlu hisseder. Daha sonra zor da olsa kadına ulaşır. Doktor ona yardım etmek istediğini ve o bebekten kurtulması için elinden geleni yapacağını söylese de kadın kabul etmez. Doktora güvenmez ve bu sırrı açığa çıkaracağını düşünerek itibarının zedelenmesini istemez.

Kadın doktora güvenemediği için kötü şartlarda bebeği aldırır. Ancak kanaması bir türlü durmaz. Kadının güvendiği bir hizmetlisi doktora ulaşır. Ancak her şey için çok geçtir. Kadın ölmeden önce kendisinin onurunu kurtarması için doktordan söz almıştır. Doktor bir başka doktordan kadının kocası için bir otopsi raporu alır. Burada kadının ölüm sebebi ;“kalp yetmezliği”dir.

Aynı günlerde eve dönen kadının kocası karısının ölümünden şüphelenir. Karsını hem defnetmek hem de otopsi yaptırmak için Avrupa’ya götürmeye karar verir. Doktor kadına söz verdiği gibi kadının sırrını koruyacaktır ama nasıl?….
DEVAMI KİTABIMIZDA…

“Elimizde kalan son insan hakkı herhalde şudur: Canının istediği şekilde geberme hakkı...Ve dışarıdan bir yardımla rahatsız edilmeme hakkı.” (Sayfa 59)


KİTAPTAN  NOTLAR
“Amok Koşucusu” yazarın 60 sayfadan oluşan Novellasıdır. Kitapta bir doktorun bir hastasına duyduğu hastalıklı duygu, kadına verdiği sözü yerine getirme isteğinin marazi bir hal alışı anlatılmaktadır.

Yazarın kocası dışındaki bir adamdan bebek bekleyen bir kadının ve kadına anlamlandıramadığı marazi duygularla bağlanan doktorun duyguları çok güzel anlatılmış. Yine yazarın başarılı ruh tahlilleri öne çıkmıştır.

Doktorun duygularını “Amok Koşucusu”nun duyguları kadar yoğun ve abartılı bulmasam da yazarın “amok” halinden hareketle anlattığı duyguları güzel özdeşleştirdiğini düşünüyorum

Sonuç olarak; sıkılmadan okuduğum keyifli bir Zweig okuması oldu diyebilirim.

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE…
SEVGİLER..  

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...