İHSAN OKTAY ANAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İHSAN OKTAY ANAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Temmuz 2012 Perşembe

İHSAN OKTAY ANAR - SUSKUNLAR - 2

MERHABALAR, 
Daha önceki yazımda İhsan Oktay Anar'ın SUSKUNLAR'ının özetini vermiştim.. Bu yazımda da Alıntılara ve roman hakkındaki görüşlerimi paylaşmaya çalışacağım.. 


Öncelikle kitabımızın isminden başlayalım… SUSKUNLAR..
Her zerresinden musiki akan bir kitabın isminin “SUSKUNLAR” olması ne hoş bir ironi. Bu namı dünyaları sarmış büyük şair Mevlana’nın kendisine “hamuş” yani “Suskun” demesine de çok benziyor.  Yazarın kitaba başlarken; “Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür.” Sözünü alması da bunun bir kanıtı sanki… Ayrıca “Suskunlar”  Galata Mevlevihanesi’nin yakınındaki mezarlığın da ismi aynı zamanda. Acaba yazar ölü gibi susmuş ya da hakikate ermiş mi demek istedi kitabına bu ismi verirken… 



Arka Kapak Yazısı ilk basımlarındaki eflatun kapaktan… Yeni kapakta bu yazı kısaltılmış (Maalesef…): Arka kapak yazısı romanın içeriğine çok güzel bir davet yapıyor. Arka kapak yazısını okuduğumda bende oluşan beklentilerden daha fazlasını kitapta bulduğumu söylemeliyim… Gelelim arka kapak yazısına…



“Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce… Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek.

Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü… Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri… Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır.

Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi.

Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…”







Romanımızdaki tarih yine net olmamakla birlikte Osmanlı Dönemi, roman mekanımız ise her zaman ki gibi Kostantiniye… Yazarın romanlarına başlarken, birleşik ve uzun bir cümleyle yaptığı girişler yazarın “bir varmış, bir yokmuş” deme usulü gibi.. Zira zaman muğlak ve sizi masalsı bir dünyaya davet ediyor.… (Romanın ilk cümlesinin de 44 sözcükten oluştuğunu söylemeliyim…)
“Muhteşem Neyzen Batın Hazretlerinin (saadetleri daim olsun) Kostantiniye’de bulunduğu zamanlarda, yani Sultan Ahmed- i Sani Han Efendimiz’in devri saltanatından sonraki senelerden birinde, Şaban ayının ondördüncü gecesinde…”( Sayfa 11, romanın ilk cümlesinden…)

Romanın olay örgüsü son derece karmaşık ve roman karakterlerinin sayısı da oldukça fazla yazarın diğer romanları gibi.  Yazar Suskunlar’da da, okurundan özel bir çaba, belli bir bi­rikim, bilgi; hatta araştırma istiyor. Bu sıkı örgüyü çözmeye çalış­mak adeta bir bulmacayı çözmek gibi..

Metinlerarası ilişkileri, dinsel, tarihsel ya da tasavvufi göndermeleri saptayarak metnin de­rinlerine inmek gerekiyor. Roman karakterlerinin sayısı da yine diğer romanlarındaki gibi bir hayli fazla. Bunlar pek çok dinden ve etnik kökenden gelmekteler... Her birinin farklı ve çoğunlukla birbiriyle bağlantılı yaşamlarını anlamaya çalışmak da son derece keyifli.. Bir de roman boyunca; hikayesi anlatılan romanda belli bir süre bulunan ve sonra romandan çıkıp giden karakterler de yok değil..

İstanbul'daki Yenikapı Mevlevihanesi’nde sema  eden bir dervişin ha­yalinin görülmesiyle başlayan roman, bu nokta­dan sonra farklı kollara ayrılıyor..Ana öyküden ay­rılan çeşitli öykü kolları, kendi maceralarında akışlarını sürdürüyorlar; an­cak her öykü, akış esnasında çeşitli köprüler vası­tasıyla diğer öykülere bağlanıyor. Örgü, böylece iç içe geçerek -ana öyküyü de besleyerek- birkaç koldan yürüyor. Sonda ise bu öyküler, yine bir havuzda birleşiyorlar. Öte yandan romanda, ana öyküyle ilintili; ama aynı zamanda müstakil sayılabilecek küçük öyküler de var. Bu; dikkat isteyen, sıkı ve karmaşık bir örgü tekniği.




Yazarın diğer romanlarındaki gibi karakterlerin büyük çoğunluğu erkeklerden oluşmakta.. Neva ve 70 yaşındaki annesi dışında kadın karakter bulunmamakta… Neva güzelliği ile öne çıkarken; annesi de çirkinliğiyle hatta cadıya benzerliği ile göze batıyor.. İki kadın karakter arasında zıtlık bulunmakta… Karakterler arası ztlık ikizler Davut ile Eflatun’da da öne çıkmakta… Davut atak cesur iken; Eflatun sessiz ve içe kapanık…  Bir de Goncagül var ki Veysel Bey’in ikizlerinin annesi.. Bir kaç yerde isim olarak geçiyor sadece…

Romanın ilginç karakterlerinden (aslında hepsi birbirinden ilginç..) ilki cüce vaiz; Pereveleli İskender. Cüce olmasının yanında dizlerine kadar sarkan ellerinin 12 parmağı bulunmakta. Musiki konusunda son derece yetenekli… Aslında çizgi film karakterlerini andırıyor bu şekliyle.. Bu karakterle romanda ilk karşılaştığımda Puslu Kıtalar Atlası’ndaki cüce geldi aklıma.. Yazar bu tarz gerçek üstü karakterler yaratmayı seviyor sanırım. Olağan üstü karakterlerden biri de Asım’ın hayaleti elbette. Neden dünyadan arşa yükselemediğini romanın ilerleyen sayfalarında öğreniyoruz… Tağut da yine yazarın her romanında bulunan “şeytan” . Bu defa karşımıza ağzından yılan başı çıkan,yılan bakışlı,  ateşi düşürülemeyen bilhassa Cuma günleri artan; nabzı on bir saat ve altı dakikada (yani; 666 dakikada) atan, kendisine hizmet edenlere ölümsüzlük vaad eden, her zamanki gibi siyah pelerinli olarak çıkıyor.  

Bunların yanında; dil ve anlatım da Suskunları sıkı bir metin yapıyor. Yoğun bir araş­tırmanın ürünü olan müziğe ve tasavvufa ilişkin zengin söz hazinesi, kahramanların toplumsal sta­tüsü ya da etnik yapısıyla örtüşen konuşmaları, Osmanlı dönemi tarih ve din kitaplarından, med­dah öykülerinden süzülüp gelen sözcükleri, romanın tarihsel atmosferinin oluşumunda önemli bir pay sahibi.

Eflatun’un Sofuayyaş mahallesi’deki evinden ayrılarak, Galata Mevlevihanesi’ne kadar yaptığı yolculuk romanın ikinci bölümünde uzun uzadıya anlatılıyor.
“Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'Gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'Git' demeleri. Hiç kimseye 'kötüdür' deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.” (Sayfa 123, İbrahim Dede’den…)





Romanın  137. Sayfasından başlayarak  Tevrat'a göndermeler yaparak; Tann'nın dünyayı altı günde yarattığı, yedinci gün dinlendiği ve bu günü kutsadığı belir­tilmekte. Yazar; Tevrat'taki bu yaradılış öyküsünü alıp, Yegâh, Dügâh, Segah, Çargâh, Pençgâh, Şeşgâh ve Heftgâh adlı musiki makamlarına uyarlamıştır. Suskunlarda Tanrı'nın, ilk altı gün, ayrı ayrı Yegâh, Dügâh, Segah, Çargâh, Pençgâh, Şeşgâh makamında terennüm ederek dünyayı yaratışı şöy­le anlatılıyor:

 “Başlangıçta sükût var idi. Ve her yer karanlık idi. Ve Ya­radan Yegâh makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nûr oldu. Ve nağme boşlukta yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan, bu Yegâh nağ­menin güzel olduğunu gördü. Ve akşam oldu ve sa­bah oldu, BİRİNCİ GÜN.

Ve Yaradan Dügâh makamında terennüm etti. Ve suların ortasında bir azim kubbe peyda oldu. Ve kubbe tâ arşa kadar yükseldi. Ve nağme, işte bu kub­bede yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan Dügah nağme­nin güzel olduğunu gördü. Ve aksam oldu ve sabah oldu, İKİNCİ GÜN.

Ve Yaradan Segâh makamında terennüm etti. Nağme çöllerde ve enginlerde yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan bu Segâh nağmenin güzel olduğunu gördü. Ve terennüme devam etti. Nağme ile mest olan toprak, ot ve tohum veren sebze ve meyve veren ağaçlar hâsıl etti, Ve akşam oldu ve sabah oldu ÜÇÜNCÜ GÜN.

Ve Yaradan Çargâh makamında terennüm etti. Ve bu nağme vecde gelip  ışıl ışıl ışıldayan yıldızların ve kendisiyle, Yaradan’ın hem Gündüz’e hakim olduğu Güneş ve hem de geceye hakim olduğu Kamer’in bulunduğu göklerde yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan bu Çargâh nağmenin güzel olduğunu gördü. Ve akşam oldu ve sabah oldu, DÖRDÜNCÜ GÜN.

Ve Yaradan Pençgâh makamında terennüm etti. Ve bu nağme, envai çeşit deniz canavarlarıyla ve türlü türlü canlı mahlukatıyla kaynayan deniz dibinde ve çeşit çeşit kanatlı kuşla dolu semada yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan bu Pençgâh nağmenin güzel olduğunu gördü. Ve akşam oldu ve sabah oldu, BEŞİNCİ GÜN.

Ve Yaradan Şeşgâh makamında terennüm etti ve gelecek olan yankıya kulak kabarttı.Ancak bu kez, nağme yankılanmadı. Bununla birlikte Yaradan baktı ki, uzaklarda bir yerden aynı makamda bir âvâz gelir, hemen tanıdı: Cins cins canlı mahlûkâtın ve yürüyenlerin ve sürünenlerin ve denizdeki balıkların, göklerdeki kuşların ve her şeyin hâkimi ilân edip mübarek kıldığı İnsan'ın sesiydi bu. Yaradan bu sesin pek o kadar çirkin olmadığını gördü. Ve akşam oldu ve sabah oldu, ALTINCI GÜN.

Ve Yaradan Heftgâh makamında es eyleyip sustu. Çünkü sesini Yer ve Gök arasındakilere duyurmuştu. Ve Yaradan, YEDİNCİ GÜNÜ mübarek kılıp takdis eyledi ve dinlendi.” (Sayfa 137-139)




Ve yine ilerleyen sayfalarda insanın yaratılışı ve ona üflenen makamı gizli nağme (ruh) anlatılmakta.. Ardından Adem ve Havva’nın yasak meyveyi yiyip, Cennet’ten kovulmalarına göndermeler yapılmaya devam edilmekte..

“Ve Yaradan, yerin toprağından adam yaptı ve onun burnuna, makamı gizli bir nağme üfledi. Adam bu nağmenin güzel olduğunu gördü. Çünkü adam artık yaşıyordu ve onu yaşatan da bu nefes idi. Ancak adam ve onun sol kaburga kemiği, meyveyi ısırıp yasağı çiğneyince, kendilerini diri kılan bu nağmeyi unuttular ve Aden’den kovuldular. Ne var ki ademoğulları; Habil ve Kabil’den Hazreti İdris’e, Hud Peygamber’den Firavun Kabus bin Muslap’a, Süleyman Aleyhisselam’dan İskender Zülkarneyn’e, Melik Tubba Rıdvanüllahi Aleyh’ten Ahirzaman Peygamberi Hazreti Muhammed Sallallahü Aleyhi  ve Sellem Efendimize kadar; bütün devirlerde; tamburdan santurdan, yongardan, davula kavala, miskala kadar türlü türlü musiki aletiyle bu nağmeyi keşif yahut peyda etmek için yırtınıp didindiler.” (Sayfa.139)

Yine bu bölümde de Hz. İsa’nın kanı ile şarap arasındaki bağlantıya göndermeler yapılmış. Bir de Hz. İsa’nın “İlk taşı masum olanınız atsın” sözünü hatırlatır bir anlatım yapılmış..

 “Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir masum, gördüğü anda O’nu tanıyabilirdi. Bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu. Ölmek aslında, içindeki şarabı tamamen döküp billur kadehi boşaltmak gibi, her şeyi ebediyen unutmak ve artık hiçbir şey bilmemek demekti. Nasıl ki ancak boş bir kadeh İsa’nın kanıyla doluyorsa, aynı şekilde sadece her şeyi unutan bir gönül ilahi esintiyle dolardı.” (Sayfa.140,141)






“Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacaktır ve olmalı….”,  “ Kusursuzluk, Muhteşem Neyzen Batın’a mahsustur.” (Sayfa.141, İbrahim Dede Efendi’den… )

“…aşk insanı kanatlandırıp uçurur. Peygamberimiz’in miracını hatırla. İçinde o sevgi olmasaydı, hiç bu kadar yükselir miydi?” (Sayfa.156)
“…mükemmellikle güzellik aynı şey değildir.”, “… Çirkin bir şeyi güzel yapmak mümkündür ama mükemmel bir şeyi güzel kılmak çok daha zahmetli bir iştir.” (Sayfa.157, İbrahim Dede Efendi’den… )

“…gözün vazifesi sadece “görmek” değil, Hakikat’i görmektir. Hakikat’i gören bir göz, artık başka bir şeyi göremez. Çünkü artık o, başka bir vazife ile mükellef değildir ve başka bir gayesi de yoktur. (Sayfa.165, Aristatalis’in dem vurduğu gibi… )




Romandaki diğer dinsel figürlerden biri ise, Zahir. Kimi olaylardan ve Zahir'in konuşmalarından an­laşıldığına göre o, Hz. İsa'yı temsil ediyor. Bunu kanıtlayan pek çok bölüm bulunmakta kitabımızda… İlki;  Tanrı'yı temsil eden Muhteşem Neyzen Batın Efendi Hazretleri'nin oğlu olması, (Sayfa. 158). İkin­cisi; Zahir'in Çemberlitaş Hamamı'nda ortaya çıkması ve Yahya adında bir tellak tarafından yı­kanması (Sayfa. 167-168). Bu,  Hz. İsa'nın Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilişini anıştırıyor.  Üçüncüsü; Kalın Musa’yı dokunarak iyileştirmesi, Dördüncüsü; Son Akşam Yemeği’ne atıfta bulunarak, rakıyı kanı, kavunu ise eti olarak şakirtlerine sunması. Ardından Yakuta isimli şakirti tarafından ihanete uğrayarak, yerinin söylenmesi bir tomruğa bağlanarak öldürülmesi..

“Rüzgar nasıl ki uğuldar, su şarıldar, gök gürler ve yapraklar hışırdarsa, arslan nasıl ki kükrer, güvercin guruldar, bülbül çiler ve serçe cıvıldarsa, insan da şarkı söyler.” (sayfa 170, Zahir’den Kadı’ya…)

“ Her musiki, sesin değil de aslında sessizliğin taklidi.”,

“ Musiki sessizliğe ne kadar yakınsa, o kadar mükemmel olur.”

“Kulakları hassas olduğu halde hiçbir şey işitmeyen kişi O’nu dinliyordur.”

 “Sessizlik de bir perdedir. Sessizliği işitebilirsin. “Es” bile bu perdeye kıyasla “ses”tir.”

İnsanlara neyi söylediğimi ve onları neye davet ettiğimi hemen hemen kimse anlamadı. Oysa onlara neyi ve ondan üflenen nefesimi anlatmış, hepsini ney’e davet etmiştim. Kulağı olan işitti.” (Sayfa.231, Zahir’den…)

Bir de dini göndermelerden biri Musiki üstadlarını öldüren çete başı Kabil ve iki yamağı ve yeğeni… Kabil, kutsal kitaplarda kardeşi Habil'i öldüren ilk katildir. Suskunlarda da, Tevrat ve Kur-an’daki gibi katil kimliğiyle karşımıza çıkmakta; il­kin onun da kardeşi Habil'i öldürdüğünü öğreni­yoruz. Dahası, Amin'i öldürürken Kabil'in de yanında tıpkı Ku­ran’da geçtiği gibi bir karga var­dır. Ardından iki yeğeni Kabil’i öldürerek onun halefi olurlar..

Kısacası romanda hem Yahudiliğin, hem de Hristiyanlığın temel inanışlarına göndermeler var. Elbette bir fazlayla… Musikiyle…

“ Erenler ! Ney-i şerefinizle bugüne kadar üflediğiniz her şey, kusurlu olduğu için kusursuzdu. Ama şimdi üflediğiniz, kusursuz olduğu için kusurlu!” (Sayfa.209)

Şeyh İbrahim Dede ile Eflatun’un inzivaya çekilmelerini, ney ile meşk etikten sonra sessizce oturmaları Mevlana ile Şems’in ilk karşılaşmalarına benzettim. Roman başlarken Mevlana’nın sözüyle başlanması bu benzetmeyi de muhtemel kılıyor bence…

“İnsanın alçaldıkça yükseleceğine veya yükseldikçe alçalacağına inanmıyorum.” (Sayfa.209)






“Ve sessizliği sessizce dinleyenlerden oldu.” (Sayfa.242, Zahir’den…)

'”Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu” (Sayfa 269, Suskunlar’ın son cümlesi…)


 

14 Temmuz 2012 Cumartesi

İHSAN OKTAY ANAR - SUSKUNLAR


MERHABALAR;

Edebiyat eleştirmenleri tarafından İhsan Oktay Anar'ın ustalık dönemi eseri olarak kabul edilen;yazarın musiki terimlerini sıkça kullandığı Osmanlı döneminde bilinmeyen bir tarihte; Kostantiniye'de geçen romanını paylaşmak üzere karşınızdayım... 

"SUSKUNLAR"

Kitabın adı son dönem dizilerinden biriyle aynı olsa da (Hastanede kitabı okuduğum esnada dizinin sonunu soran bir hemşire olmuştu da....) elbette tüm İhsan Oktay Anar romanları gibi özgün bir konuya ve anlatıma sahip.... 


Suskunlar benim okuduğum 3. İhsan Oktay Anar romanı.. Diğer iki romanda aldığım keyfi artarak aldığımı söylemeliyim.. Bu kadar çok kişi, mekân ve yan hikâye barındıran bir romanı özetlemeye çalışmak boşuna bir çaba, asıl hikayeye bağlı gelişen bir çok yan hikaye mevcut ancak yine de konusunu bir özetleyecek olursak;

Bâtın Efendi ve oğlu Zahir’in Kostantiniye'ye gelmesi, Kostantiniye'deki musikîde en derin, en bilge ve en usta olan yedi kişiden altısının eleneceği, ve seçilenin kulağına Bâtın Efendini, kendi neyinden en mukaddes nağmeyi üfleyeceği, yani 'hayat veren nefesi' dinleteceği duyulması, roman kişilerinin hayatlarını etkileyecek, kaderler kesişecek, türlü kötülükler ve cinayetler işlenecek ve iyilerle kötüler arasında büyük bir kavga başlayacaktır..


Romanımız adlarını musiki makamlarından alan üç bölümden oluşuyor.. 


Roman başlamadan Mevlana'nın "Kulak eğer gerçeği anlarsa; gözdür" sözüyle sizi içine çekmeye başlıyor...


Diğer İhsan Oktay Anar romanları gibi son derece renkli ve çok sayıda karakteri barındırmakta romanımız.... Kitapla ilgili daha geniş yorumlarımı ve aldığım notları bir sonraki yazımda paylaşacağım.... 

Gelelim kısaca özetimize...



YEGAH
Roman, Yenikapı Mevlevihanesi'nde yaşlı gece bekçisi tarafından sema yapan bir hayaletin görülmesiyle başlar. Ardından Suskunların kahramanlarından Kalın Musa ve ailesi tanıtılır. 

Kalın Musa mehter takımında köszendir. Sesi kalın olduğu için “kalın” lakabını almıştır.. Oğlu Veysel Efendi, torunları Davut, Eflatun ile Sofuayyaş Mahallesi’nde oturmaktadır. Veysel efendi babası çok istediği halde közsen olmamış, armudi kemençe çalmayı tercih etmiştir. Bu seçiminde amcası Muhayyer Hüseyin’in etkisi olmuştur. Muhayyer Hüseyin; bir kahve işletmektedir.

Davut ve Eflatun Veysel Efendi’in ikizleridir. Aynı zamanda Veysel Efendi’in gayri- meşru çocuklarıdır. Anneleri kıptidir. Çocukları babasına bırakmış bir daha da çocuklar annelerini görmemişlerdir. Davut amcasının kahvesinde Bağdasar ve Kirkor ile birlikte ud çalmaktadır…

Kahvehanede işlerinin bittiği bir gece Davut; Bağdasar ve Kirkor’un söylediklerini dikkate almayıp; Asım’ın hayaletinin göründüğü sokağa girince Neva ile karşılaşır ve ona aşık olur. Neva’nın annesi Davut’tan ebced hesabı ile yazılmış büyüyü düzeltmesini ister. Büyü bir saz semaisidir. 

Bu esnada mahalleye meşhur vaiz Hacı İskender taşınır. Pereveli İskender’in en önemli özelliği cüce olması ve ellerinin parmaklarının uzun olmasıdır. Vaazları mahalleli tarafından çok talep görmektedir… Vaazlarında sıkça musiki dinlemenin de yapmanın da haram olduğundan bahseder….

Bu esnada Veysel Efendi babası ile birlikte  Hızır Ali Paşa Konağı’na iş için gider. Çaldığı hüzam bir eser Hızır Ali Paşa’nın Venedik Balyosunun genç ve güzel kızına vurulan yeğeninin ölümüne neden olunca Veysel Efendi hapse atılır. Hapisten çıkmak için can bedeli 630 Flemenk altınıdır. Parayı bulmak için Muhayyer Hüseyin kahveyi satışa çıkarır. Kalın Musa felç geçirir ve bacakları tutmaz.

Büyülü besteyi çalan Davut Asım’ın hayaletiyle karşılaşır. Hayalet Davut’a musallat olur.  




DÜGAH
Bu bölümde ikizlerin çocukluğuna dönüş yapılıyor. Veysel Efendi çocukları Kıpti bir güzel olan Goncagül’den peydahlamıştır. Goncagül bebekleri 1 yaşındayken Musa’nın kapısına bırakmıştır. 

Davut; atak, cesur ve musikiye düşkün bir çocukken, Eflatun diğer çocuklar tarafından itilip kakılan içe kapanık bir çocuktu. Bir gün Eflatun, kaybolup Davut Paşa Kabristanı’ndaki bir kadının mezarı başında bulununca üst kattaki daracık sandık odasına kapatılır. (Eflatun’un bulunduğu mezar aslında annesine aittir. Fakat ikizler bunu bilmez..) Eflatun bu odada 7 yıl kapalı kalır. Kaçmayacağı anlaşılınca kapı açık bırakılmaya başlanır.

Böyle bir günde Eflatun bir çağrı duyar. Bu çağrıya uyarak odadan çıkar. Sofuayyaş Mahallesi'nden ayrılarak pek çok mekandan geçip pek çok insana çağrıyı kendilerinin yapıp yapmadığını sorarak; Galata Mevlevihanesi’ne ulaşır. Çağrı Mevlevihane'dendir. Burada İsmail Dede ile tanışır. İsmail Dede ailesine haberci gönderir. Eflatun mevlevihanede kalmak ister. Davut ve Hüseyin efendi onu geri dönmeye ikna edemezler.

Eflatun mevlevihanede kalır ve çile doldurmaya başlar. İbrahim Dede ona ney çalmayı öğretecektir. Bu esnada Eflatun’un zaten ney çalmayı bildiğini şaşırarak görür. O geceden sonra İbrahim Dede’nin şeyhlik nişanı Eflatun’un boynundadır, Eflatun da o geceden sonra sağır ve dilsizdir. 




SEGAH

Bu bölüm Davut ve Neva’yla başlıyor. Kalın Musa kardeşi Hüseyin’in evine gitmiştir. Davut Neva’nın annesinin verdiği saz semaisini her çalışında Asım’ın hayaleti ile karşılaşır. Bunun için bir hayalet avcısı ile anlaşır. Ancak hayalet avcısı da Davut’u Asım’ın hayaletinden kurtaramaz.

Davut saz semaisi ile ilgili olarak İbrahim Dede’ye danıştığında bu semainin Asım’ın olamayacak kadar ağır ve ciddi bir eser olduğunu öğrenir. Aynı zamanda İbrahim Dedede bulunan Asım’ın yazısıyla semaideki yazı birbirini tutmaz. Asım ruhu bu yüzden gökyüzüne yükselememektedir.

Bu esnada Yedikule Kahini ile diğer Yedi kör kahin Neyzen Batın Hazretleri’nin oğlu Zahir’in yarın Kostantiniye’ye geleceği kehanetinde bulunurlar.  Bu durumu temsil eden yıldıza tek gözü ile bakan ve tek gözü kör olan Yedikule Kahini’nin onları Zahir’e götürmesi gerekmektedir.

Yedikule Kahini aynı zamanda gökyüzünde musiki konusunda üstad olan 7 kişiyi simgeleyen “Çalgı Takım Yıldızı’nı” da görür. Bu yıldızlardan musiki üstadlarından 6’sının eleneceğini ve 7.’sinin ise hayat veren nağmeyi dinleyeceğinin rasat eder. Bu kehanet tüm Kostantiniye’de duyulur.Ertesi gün Zahir zuhur eder.  7 kör kahin ona ulaşarak secde ederler. Zahir ekmeği taşa çevirerek; mucize gösterir. Ona biat edenler çok geçmeden 12’ye ulaşır.

Mevlevihane’ye yakın taş bir evde yaşayan Doktor Rafael’e bundan 30 yıl önce bir gece ateşler içinde yanan bir hasta getirilir. Adı Tağut olan hastanın ne yapılsa hastanın ateşi düşmez.. Hatta ateşiyle yatak çarşaflarında yanıklar oluştuğu bile olur. Ateşi Cuma günleri daha da artar. Tağut’u gece Rafael’e getiren yardımcısı ölümsüzlük karşılığında; Tagut’un adını söyleyeceği Musiki üstadlarını öldürecektir.

Ardından mükemmel çaldığı saz semaisi ile herkesi kendine hayran bırakan İbrahim Dede Kostantiniye’deki üstadlar arasına katılır. Davut taş evden gelen musikinin izini sürmeye başlar. Bu müzik ancak 11 parmakla çalınabilecek bir eserdir. Kendisine Mevlevihane’den İdris ve Yusuf dedelerin yardım etmesiyle;Alessandro Perevelli adına ulaşırlar. Bu adın bir cüceye ait olduğunu ve Asım tarafından cüzi bir miktara satın alındığını öğrenirler.

Bu arada öfkeli kalabalık Zahir’in peşine düşmüş Muhayyer Hüseyin evine sığındığı için ev taşlanmaya başlanmıştır. Zahir ayrılmadan önce Kalın Musa’yı iyileştirir. Zahir’e Ramazan ayının ilk günü birlikte akşam yemeği yediği 12 kişiden Yakuta isimli inananı ihanet edip yerini söyler. Zahir dövülüp tomruğa bağlanarak öldürülür.  

Bu esnada musiki üstadları Kıpti Gülabi, Meymenet, Amin kardeşler, ardından Kirkor ve Bağdasar kardeşler  sırasıyla öldürülürler. Hepsi Zincirli Han’ın katili Kabil ile iki yeğeni tarafından mezarlıkta boğularak öldürülmüştür.

Bağdasar’ın ardından İbrahim Dede de öldürülür. Davut’a bir mektup bırakır..... Ve...... 

Dahası kitabımızda...



Romanımızın arka kapağı... Kitabı ilk önce bir arkadaşımdan ödünç alarak okumuştum ve resimlemiştim.. Sanırım ilk basımlarından.. Daha sonra kendime aldığım SUSKUNLAR'ın kapağı ve arka kapak yazısı biraz farklı ama ben eflatun kapağı ve ilk basımlarını daha çok beğendim... Keşke bulabilsem....


Şimdilik bu kadar.. Suskunlar'dan alıntıların ve aldığım notların bulunduğu sonraki yazımda buluşmak dileğiyle...

SEVGİLER...

 

18 Şubat 2012 Cumartesi

İHSAN OKTAY ANAR - AMAT

MERHABALAR, SEVGİLİ DOSTLAR;

Keyifle okuduğum, ancak anlamaktai simgesel anlatımları çözmekte bir o kadar da yorulduğum bir kitap ile karşınızdayım... 

İhsan Oktay Anar'a "ERDAL ÖZ" ödülü kazandıran AMAT'la karşınızdayım.. Kitapta Osmanlı döneminde geçen masalsı bir gemi yolculuğu anlatılmış.... 
Yine İhsan Oktay Anar 'ın kendine has tarzını konuşturduğu etkileyici bir roman olmuş bence. 


Romana başlamadan önceki kapakta Tekvin’den bir alıntı yer alıyor.. Bu alıntı şöyle;
“Kendine Gofer ağacından bir gemi yap;gemide odalar yapacaksın ve onu içeriden ve dışarıdan ziftleyeceksin”

Bu sözler başlangıçta çok fazla bir anlam ifade etmese de Amat’ı yapan günahkar Deli Marangoz Nuh Usta, akıllara Nuh peygamberi getirse de Nuh Usta’nın günahkar olmasından dolayı sadece bir gönderme olduğu anlaşılıyor.

Romanımızın Özeti şöyle; Deli Marangoz Nuh Usta, sabık bir zangoç olan Ayyaş Ohannes tarafından vaftiz edilir. Ayyaş Ohannes vaftiz işlemi için Deli Marangoz’dan 247 akçe alır.  Nuh Usta aynı zamanda Diyavol Paşa’nın emriyle Amat’ı yapan kişidir.  

Diyavol Paşa, Navarin’deki 247 gemicinin mezarından çıkan 247 meşe ağacını zaç yağıyla öldürür ve Nuh Usta’ya gemiyi yaptırır. Ağaçlar kesilmeden önce de ağaçların gövdesine siyahla “AMAT” yazar. İşte AMAT bu ağaçlardan yapılmıştır. Aynı zamanda Nuh Usta, gemideki mürettebatın fallarına bakan ve remil falıyla onların günahlarını bir bir yüzlerine söyleyendir. 

Yüklemesi bitip de yola çıkmak üzere Mavi bayrak çekili olan Amat’a Süleyman Reis, Eşşek İsrafil’in kuşağına yapışmış olarak ayak basar. Süleyman Reis, sırma işlemeli siyah bir kaput, gemici çizmeleri, destarsız Cezayir fesi giymiş 40-50 yaşlarında asık suratlı bir adamdır.


AMAT’IN ARKA KAPAĞINDAN…

Kıyıda ise üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilân için mizana direğine mavi bayrak çekilmişti. Esrarengiz adam, kalabalığı yarıp elinden tuttuğu İsrâfil’le iskeleden gemiye doğru yürümeye başladı. Kalyonun dikmesinin palangalarına asılan ve tıraka tutan gemicilere vardiyan, “Yisa, sizi gidi sütü bozuk sünepeler! Yisa beraber! Varda ruhsuzlar! Varda! Bre aman! Laşka! Laşka!” diye feryat ediyor ve hurçların, sandıkların ve fıçıların ambarlara usûlünce istifine nezaret ediyordu. Güneşin doğmasına 7 saat kala esrarengiz adam, sürme iskeleden kalyonun çukur güvertesine çıkmak istedi. Fakat eline ne kadar asılırsa asılsın Eşek İsrâfil yerinden bir türlü kımıldamıyordu. O karanlıkta eline son bir kez daha asılıp “Gel yâ mübarek!” diye nida eyledi. Bunun üzerine çocuk her nedense inat etmekten vazgeçti. Ne var ki, sürme iskelenin kayganlığından dolayı düşmemek için midir, İsrâfil’in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapışmıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayak bastı. Bunun ilâhî düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti.


Süleyman Reis’in diğer adı da Kırbaç Süleyman Reistir. Bu adı gemide mürettebata söz dinletmek için kullandığı kırbaçtan almıştır. Bilinmeyen bir kişi tarafından gemideki görevine atanmıştır. (Görevi kimden aldığı roman sonunda da açıklığa kavuşmamıştır. ) Geminin Kaptanı Diyavol Paşa, görevi kabul etmeme hakkı olduğunu söyler ve ona karar vermesi için zaman tanır. Diyavol Paşa kızıl cübbe ve siyah mintan ile kırmızı çizmeler giyen beyaz tenli bir adamdır. Kitaplarına ve sinekemanına düşkündür.. Roman boyunca zaman zaman kırmızı atlasla üstünü kapattığı aynasına saklanır. İşlediği en büyük günahı unutmak için sarı bir içki içmektedir.
“Süleyman şaşırmıştı. Kaptan efendimiz çivi gibi bakan küçük kara gözlerini ona dikip, “Ne dersin?” diye sordu, “Karar vermen için sana süre de tanıyayım mı? 15 dakika yeter mi? Ne diyorsun bu teklife?”
Bunları söyledikten sonra paraketecilerin kullandığı küçük bir kum saatini alıp ters çevirerek masanın üstüne koydu ve kum alt hazneye akmaya başladı. Bir süre sonra sıkılmış olacak ki, o kapkara ağzını eliyle kapatıp esnedi, ardından da uzun uzun sırtını kaşıdı. Saatin üst haznesindeki kumun bitip tükeneceği yok gibiydi. Neden sonra, gözlerini ovuşturup çenesini kütürdetircesine yeniden esnedi. Sıkıntıyla bir öf çektikten sonra yeniden doğrulup kamaranın kıç tarafındaki kapıyı açtı ve denizci dilinde “bahçe” denilen yere, yani geminin kıçında, kendisi ve zabitlerin hava alması için yapılmış ahşap balkona çıkarak, karanlık gök kubbe altında uzanan o muazzam şehri, Konstantiniye’yi seyretmeye başladı.. (sayfa 27)”

Düşünme süresinin sonunda Süleyman, Diyavol Paşanın kamarasındaki ölümsüzlükle ilgili kitaplardan da etkilenerek, teklifi kabul eder. Geminin yüklenmesini bittiğinde Amat, bilinmeyen bir rotaya doğru yola çıkar. Ancak gemi istendiği gibi pazartesi yola çıkmaz, uğursuz sayılan salı günü yola çıkar.. Gemi yol alırken, geminin ikinci Kaptanını belirleme için Diyavol Paşa kimin mürettebata söz geçireceğine göre karar verecektir. Ali Reis mi?, Kırbaç Süleyman mı?

Kendini Diyavol Paşa’ya kabul ettirip 2. Kaptan adayı olan Ali Reis’i bertaraf etmek için, Tefriciye köyündeki cami minarelerini topa tutturur. İkindi namazı kılan cemaati katlettirir. Bu sayede 2. Kaptan olmaya hak kazanır. Ali Reis mahzene attırılır. 


Bundan sonra gemideki tüm mürettebatın kaderi bu ikilinin elindedir. Süleyman Reis Nuh Usta’dan geminin sol tarafında fazlalık oluşturan ağaçlardan bir kadın başı yaptırarak gemiye monte ettirir. Süleyman’ın Nuh Usta’ya tarif ettiği kadın, Rum asıllı karısı Aletiya’dır. Venedikliler evlerini yaktığında acı çekmeden ölmesi için karısını pistolü ile vurarak öldürmüştür.

Amat, Ganimet için birkaç gemiyle savaşsa da hepsinden eli boş döner. Geminin zarar görmesi üzerine gemiyi onarmak üzere Malta’ya yanaşırlar.. Burada Malta Şövalyeleri ile savaşırlar. Malta’dan ayrılırlarken gemi direğine bir baykuş konar.

Malta’dan ayrıldıktan sonra geminin direğine Diyavol Paşa’nın emriyle, Siyah sancak çekilir. Bu sancak çiviyle sabitlenir. Bu sancak aynı zamanda gemideki 247 mürettebatın günahkârlığını da temsil etmektedir. İtiraz edenlerin günahları bir bir sayıp dökülür. Diyavol Paşa, “Ben oradaydım. Ben, sana günah işleyen ellerinden daha yakınım “ der ve bu şekilde itirazları engeller. Bu sancaktan dolayı Türklerle de savaşmak, din kardeşlerini saldırmak zorunda kalırlar… Saldırmak istemeyenlere Kuran’dan ayetler okunarak mürettebat kandırılır.  

Amat, Venediklilere de saldırır. Bu saldırı esnasında Diyavol Paşa ortalarda görünmez, denize düştüğü varsayıldığı esnada ortaya çıkar. Süleyman Reisin Diyavol Paşa’ya nerede olduğunu sorması üzerine sinirlerinin zayıfladığına hüküm verilerek ambara vebalıların yanına indirilir. Ganimet için saldırdıkları ve yedeğe aldıkları Venedik gemisinden veba bulaşır.. Bu şekliyle gemi bir tabut gibidir. Mürettebat arasında veba hızla yayılır.

Abuzer Reis kendilerini takip eden Venedik kalyonunun onları bulamaması için Geminin fenerini söndürür. Bu gemi mürettebatı tarafından şerefsizlik olarak kabul edilir.  Abuzer Reis bir gözünden vurularak öldürülür. Abuzer Reis Nuh Usta tarafından, denize atılmak yerine ağzına bir meşe palamudu konarak ambara atılır.

Süleyman Reis, Diyavol Paşa’nın kitaplğından Hikmet’ül Lokman kitabını okumuş ve ölümsüzlük otunun “kebire” olduğunu kitabın 333 yaprağından öğrenir. Kitaptaki şifreyi çözdüğünde ise, “Ruhunu Diyavol’e sat” cümlesini bulmuştur. Aynı zamanda 333 yaprak 666 sayfaya eşittir ve şeytanı simgeler.

Süleyman Reis ambarda diğer ölülerin yanındayken Amat’ın “A”sını silahla vurmuş , Amat (gerçek) sözcüğünü mat’a yani ölüme çevirmiştir. Böylece geminin tüm çivileri sökülür, geminin tüm günahkar mürettebatı Navarin yakınlarında huzurlu bir ölüme kavuşur. Navarin yakınlarındaki mezarlıktaki meşelerden yapılan AMAT başlangıç noktasına geri döner.


KİTAPTAN İLGİ ÇEKİCİ NOTLAR: 

Romanda olayla Yazarın ağzından anlatılmaktadır. Yazarın Diyavol Paşa'ya zaman zaman "EFENDİMİZ" diye hitap etmesi, gemideki mürettebattan olduğu hissini uyandırmaktadır. 


Roman boyunca gerçekte var olmayan yazarlardan ve kitaplardan söz edilerek, anlatım ve olaylara farklı bakış açıları oluşturur… Romanda tarihçi olarak geçen bir çok yazar geçekte kurgudur… Zindan Katibi Çapraz Recep Dede Hazretleri, Vakanüvis Şaşı İkram Efendi… vb.

Yazar bazen olayları Göbelez baba ve her şeye inana saf bir denizci olan Kazdağlı ile konuşmalar sırasında örer..Kul Rıza da ara ara gemi ve güzergah konusunda tahminler yürütür bilgiler verir.

Bu kötülük gemisi tüm mürettebatın tabutu olacaktır.  Geminin uğursuzluğu Salı günü yola çıkmasıyla, siyah sancakla ve Malta’da geminin direğine konan baykuşla pekiştirilir. 

Romandaki zaman belirsizdir. 1670 de başlar, Diyavol Paşa'nın kemanın içinde imal tarihi 1699 yazar... Bu durum da muamamadır. 

Romanda Diyavol paşa kötülüğü ve uğursuzluğu temsil eder. Giydiği Kızıl cübbe ve siyah mintan ve kırmızı çizmelerle adeta “ŞEYTAN” ı akla getirir. “Kaptan Diyavol Paşa’nın “Ben oradaydım. Ben, sana günah işleyen ellerinden daha yakınım “ sözleri onun şeytan olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. 

Ayrıca 247 meşeden yapılan geminin Navarin'e ve gemici mezarlığına dönmesi kısır bir döngüyü akla getirmektedir. Acaba bu gemiciler 3 yılllık bir süreyi gerçekten de sürekli baştan mı yaşamaktadırlar.. 

Süleyman Reis'i kimin görevlendirdiği roman boyunca ve sonunda açıklanmamıştır.. 

GÜZEL BİR PAZAR GÜNÜ GEÇİRMENİZ DİLEĞİYLE.....

SEVGİLER...


23 Ocak 2012 Pazartesi

İHSAN OKTAY ANAR - PUSLU KITALAR ATLASI

MERHABALAR Sevgili Blog Arkadaşlarım;....

Bu yazımda sizlere 3 defa okuduğum dili, anlatımı, konusu ile çok ilginç bulduğum bir kitaptan bahsedeceğim... Tanıtacağım kitap İhsan Oktay Anar'ın ilk kitabı

"PUSLU KITALAR ATLASI "

"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
 

Kitap, ustaca kaleme alınmış olup hiç alışık olunmayan bir dille hazırlanmıştır. Kitabın bu özelliğine akıcılık özelliği de eklenince son derece sürükleyici bir kitap olmuş doğrusu...
 
Bunun yanında romanda olayların geçtiği zamana ve mekana bağlı olarak Osmanlıca ve eski Türkçe kelimelerin, argo, hatta bilimsel terimlerin kullanılması da bence kitabı bir hayli ilginç kılmış. Romanda geçen isimler yazarın ifadesine göre doğu efsanelerinden veya hikayelerinden alınmıştır.



Kitabın bence en güçlü yanı, romanda yer alan Uzun İhsan Efendi, Bünyamin, Arap İhsan, Büyük Efendi, Hınzıryedi.. gibi  ana karakterlerin yanında yan karakterlerin de dış görüntülerinden yaşantılarına kadar pek çok ayrıntıya yer verilmesi, karakterlerin çok iyi dillendirilmesidir.....


Bu romandaki Uzun İhsan Efendi aslında yazarın ta kendisi yani İhsan Oktay Anar'dır. Bu isim ona boyunun çok uzun olmasından verilmiştir. Hiç bir mesleği yoktur. Kimseden para almaz ve kesesinden ne kadar harcarsa harcasın kesesi hep altınla doludur. Dünyayı rüyalarıyla keşfetmeye çalışan bu adamın daha sonradan Yeniçeriler tarafından gözleri oyulup kulakları ve burnu kesilir, dilendirilmek üzere Hınzıryedi'ye satılır. 


"Yeniçeriler kapıyı zorlarken, Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu... "Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam ersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar. Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, düşlediğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece, o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın, beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum." Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapadı. Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları gerirdi: "Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır." (Kitabın Arka Kapağında Yer Alan bölüm..)
(Bu Kısımda bahsi geçen "RENDEKAR" aslında Descartes'tir.)


Aslında kitap ve yazar hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki.. Sonuç olarak okunmasını tavsiye edecebileceğim  beni çok etkileyen güzel bir roman....

 Romanı okuyanlar ya da okumayı düşünenler varsa düşüncelerini benimle paylaşırsanız çok sevinirim Sevgili Dostlar....



GÜZEL BİR HAFTA GEÇİRMENİZ DİLEĞİYLE... 

SEVGİLER...

 
Kitapla ilgili daha ayrıntılı bilgi için İHSAN OKTAY ANAR'IN RESMİ SİTESİ

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...