24 Şubat 2019 Pazar

STEFAN ZWEİG - YAKICI SIR

MERHABALAR, 

SEVGİLİ KİTAPLARIM OLMADAN ASLA TAKİPÇİLERİ

Yine, yeniden bir Zweig kitabı ile karşınızdayım. Blogum son dönemlerde bir Zweig blogu olma yolunda ilerliyor. Takipçilerim özellikle de Zweig sevmeyen takipçilerim için biraz sıkıcı olsa da durum; ben de kitapları unutmadan paylaşmaya çalışıyorum. 


ARKA KAPAK

Kısa bir tatil için Avusturya Alplerine giden bir Baron, zamanını zararsız bir flörtle renklendirmenin yollarını aramaktadır. Kendine fazlasıyla güvenen ve gönül maceralarına her zaman açık olan bu müzmin kadın avcısı, kısa sürede kendisine bir av bulmakta hiç zorlanmayacaktır. Tanışıp yakınlaşmak istediği kadının on iki yaşındaki oğluyla ahbaplık kurarak işe koyulur. Yakıcı Sır annesini elde etmek isteyen bu narsist çapkın tarafından kullanılan bir çocuğun hikâyesidir aslında. Ne var ki, yetişkin dünyası bazen masum çocuklara büyüklere göründüğünden çok daha berrak görünmektedir… 


“Elindeki kartların üstünlüğünün bilincinde olup da yeşil çuhanın başında boşu boşuna oturarak oyuna girecek birini bekleyen kumarbazın gerginliğinden daha kötüsü yoktur.” (Sayfa 14)


ÖZET

Valilikte çalışan, memur aristokrasisinin önemsiz bir üyesi olan Baron kısa bir tatil için Avusturya Alplerine Semmering’e gider. Tatile gitmeye ihtiyacı olmasa da tüm meslektaşları ilkbahar iznini koparmayı başarınca o da bu durumu değerlendirmiştir. Otele varır varmaz,  zamanını zararsız bir flörtle renklendirmenin yollarını aramaya başlar. Otele vardığında otelin konuk listesini kontrol eden Baron, pek de tanıdık olmadığını fark eder, canı sıkılır.

Çok geçmeden otelde bir kadını gözüne kestirir. Kadın zengin Yahudi bir avukatın güzel karısıdır. Tek çocukları olan Edgar’ın hastalığı üzerine Viyana’dan Semmering’e dinlenmek için gelmişlerdir. Baron kadını gözüne kestirir. Kadına yaklaşmak için önce çocuğa yaklaşır.

Çocukla sohbet eder, onunla arkadaş olur adeta. Çocuğun bitmek bilmeyen sorularına sabırla katlanır. Çok geçmeden amacına ulaşır ve kadınla tanışır. Kadınla arkadaşlığını ilerlettikçe; çocuk onlar için fazlalık gibi olur. Kendisine arkadaş bildiği Baronun Edgar’dan uzaklaşması üzerine çocuk, duygusal patlamalar yaşar. Annesini kendisiyle Baronun arasına girmiş gibi kabul eder.

Büyüklerin dünyasını gözlemleyen çocuğun YAKICI BİR SIRRI vardır artık… 


KİTAPTAN NOTLAR

Son kitap alışverişimde aldığım Zweig kitaplarını okumaya ve paylaşmaya devam ediyorum büyük bir keyifle. Yakıcı Sır; 88 sayfadan ve 15 bölümü kapsayan bir novella.

Kitap çapkın Baron’un otele gelmesiyle başlar. Baron bir avcı edasıyla günlerini eğlenceli geçirtecek bir flörtün peşine düşer. Aslına bakacak olursak, kitabımızın konusu sıradan. Ancak; sıradan konuları ince ayrıntılar ve ruh tahlilleri ile en iyi işleyen yazarlar deyince; akla gelecek ilk yazarlardan.

Ağırlıklı olarak üç kişi arasında yaşanmakta olan olay, Edgar, Baron ve Kadın açısından anlatılırken; yazar yine ustalığını konuşturmuş. Kadının annelik ile, kadınlığı arasında kalışı, Baron’un kadınlara bakış açısı, Ve… en ayrıntılı verilen kısım ise; çocuğun Baron ile tanıştığındaki duyguları, Baron tarafından dışlandığında annesi ve Baron’a karşı duyguları dantel gibi işlenmiş. Yazar üç karaktere de bürünmüş adeta. 



Daha önce kadınları iyi anlattığını ve anladığını söylemiştim yazarın. Bence yazar çocuğun duygularını anlatmakta da çok başarılı olmuş. Acaba yazarın bu konuda eğitimi var mı diye düşünmeden de edemedim.


Bir de yazarın beğendiğim taraflarından biri de en bayağı, en sevimsiz durumları bile bayağılaştırmadan naif bir biçimde kaleme alması. Her ne kadar yazarın yaşadığı dönemin ruhunu yansıtsa da bu konuda yazarı kutlamak gerektiğine inanıyorum. Duyguları öyle öne çıkarıyor ki, olay ve durumlar geri planda kalıyor.  


“Hiçbir şey zekâyı tutkulu bir kuşku kadar bileyemez. Hiçbir şey olgunlaşmamış bir zihnin bütün olanaklarını karanlıkta kaybolan iz kadar harekete geçiremez”( Sayfa 36)

“….ama nefret insanın çabuk öğrenmesini sağlıyordu.” (Sayfa 45)

“İnsan birine yalan söylüyorsa, başkasına da söyler.” (Sayfa 52)

“Çocuk olmak korkun bir şey , her şeyi öylesine merak etmek ve kimseye soramamak, sanki aptal ve yararsız bir şeymişsin gibi şu büyüklerin karşısında gülünç düşmek.” ( Sayfa 55)

“Tek dileği, bu yabancı gökyüzünün altında artık bir dakika bile yalnız kalmamaktı.” (Sayfa 79)


“Yalnızca başlangıçtaki vesileye bakmakla yetinirseniz bir sevginin gücünü yanlış değerlendirirsiniz, aslında daha öncesindeki gerilime, ruhun bütün büyük sarsıntılarına zemin hazırlayan, yalnızlığın ve düş kırıklıkların yarattığı o bomboş karanlığa bakmak gerekir. Yaşanmamış duygular burada birikerek aşırı ağırlaşır ve değeceğine inanılan ilk kişiyle karşılaşıldığında alabildiğine boşalır.”( Sayfa 14)


17 Şubat 2019 Pazar

SABAHATİN ALİ – KÜRK MANTOLU MADONNA


MERHABALAR; 

KİTAPLARIM OLMADAN ASLA TAKİPÇİLERİM;

“Deli olacağım, yahut öleceğim dersem yalan söylemiş olurum. İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor. Ben de yaşayacağım… Ama nasıl yaşayacağım!.. Bundan sonraki hayatım nasıl dayanılmaz bir işkence olacak!.. Ama ben dayanacağım… Şimdiye kadar olduğu gibi…” (Sayfa 46)
Kürk Mantolu Madonna; benim İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN'dan sonra en sevdiğim Sabahattin Ali kitabı. Defalarca okumama rağmen; blogumda yer vermemiştim daha evvel.

Nedense Raif Efendi ve Maria Puder aşkını bir türlü kelimelere döküp, blogumda yer veremedim. İnsan bazen duygularını ifade etmekte zorlanabiliyor. Bu kitap da benim için öyle oldu. Uzatmadan gelelim kitabımıza. Bu arada KUYUCAKLI YUSUF için de buradan...


 
ARKA KAPAK

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum  “Kürk Mantolu Madonna’yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.” (Sayfa 59)

Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz.

Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.


ÖZET
Kitabımız iki insanın hayatının geçmiş ve kitaba göre şimdiki zamanın iç içe geçmesiyle oluşmuştur. Şimdiki zamanın kahramanı Rasim’dir. Rasim yirmi beş yaşlarındadır. Çalıştığı işten kovulmuştur. Okuldan arkadaşı Hamdi ile tesadüfen karşılaşırlar. Hamdi, Rasim’i evine yemeğe çağırır. Hamdi Rasim’i ertesi gün iş yerine gelmesini söyleyerek gönderir. Hamdi kendi bürosunda işe alır Rasim’i. 

“Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.” (Sayfa 15)


Rasim kendisine tahsis edilen odayı Almanca tercümanı olarak çalışan Raif Efendi ile paylaşır. Raif Efendi, sessiz, sakin kendi içinde yaşayan naif bir adamdır. Odada yok gibi yaşamaktadır. 

“Hayat ve zaruretler insana bir çok şeyler öğretir.” (Sayfa 15)



Arkadaşı Hamdi, Raif Bey’e sürekli Almanca çeviriler vermekte, Raif Bey’de kısa sürede tamamlamaktadır. Hamdi’nin de davranışlarının etkisiyle büroda çalışanlar, Raif Bey’i azarlar, bağırıp çağırırlar ama Raif Bey hep sessiz kalır. Yüzünde hiçbir durumda sevinç, üzüntü veya şaşkınlık oluşmaz. Yüzünde sanki bir boş vermişlik var gibidir.



Bir gün hastalığından dolayı büroya gelemeyen Raif Bey’in bir çeviri yapması gerekir. Çeviriyi Raif Efendi’ye götürme işini Rasim üzerine alır.  Rasim Raif Efendi’nin zor ve kır kanaat yaşantısına şahit olur böylece.


Baldızı ve ailesi, kayın biraderleri, kendi ailesi ile birlikte oldukça kalabalık bir güruh ile aynı evi paylaşmaktadır Raif efendi. Karısı tüm evin işini omuzlamış gibidir. Baldızı, baldızının kocası, diğerleri Raif Efendi’ye değer vermedikleri gibi; üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Raif Efendi kaderine razı olmuştur.

 “Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?” (Sayfa 38)
Her ne kadar iyileşse de çok geçmeden Raif Efendi’nin hastalığı tekrarlar. Durumu oldukça ağırlaşır. Rasim Raif efendi’yi ziyarete gittiğinde Raif Efendi; Rasim’den masasının çekmecesindeki defterini getirmesini ister. Defteri Raif Efendi’ye götürdüğünde ise; Rasim’den siyah kaplı defteri yakmasını ister. Ancak Rasim merakına yenilip; siyahkaplı küçük defteri okumaya başlar…


Defter 20 Haziran 1933 tarihiyle ve “Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka bir takım hadiseleri yeniden yaşattı” cümlesiyle başlamaktadır.



Defter Raif Efendi’nin Havran’dan Almanya’ya iş öğrenmesi için gönderildiği yılları anlatmakla başlamaktadır. Raif Efendi, gençliğinde de çok sessiz, arkadaşı olmayan, insanlarla konuşamayan, kendi halinde bir gençtir.

Mevcut siyasi ortam ve babasının da teşvikiyle sabunculuk işini öğrenmek için Almanya’ya gider. Almanya’da Berlin’de bir pansiyon odası kiralar ve hayatına burada devam etmeye başlar. Babasının dediği gibi bir sabun fabrikasına girer. Ancak onun önceliği iş öğrenmek değil gibidir. Çalıştığı işe keyfi gider gelir. İşe sarılmaz.

Bir gün caddede gezerken, bir resim sergisi olduğunu görür. Gayri-ihtiyari içeri girer. Resimleri incelerken, Maria Puder’in Kürk Mantolu Madonna resmine rastlar. Bu resim Maria Puder’in otoportresidir. Resimden çok etkilenir Raif Efendi. Adeta resme âşık olur. 


Raif Bey, her gün o sergiye gitmekte, sergi kapanana kadar o resmi incelemeye başlar. O kadar sık gider ki, artık oradaki çalışanlar, Raif Bey’e aşina olmuşlardır. Bir gün Raif Bey, gene dikkatle o resmi izlerken, bir kadın ona sokulup fikrini sorar ama Raif Bey ilgilenmez. Hâlbuki o kadın, Kürk Mantolu Madonna’nın ta kendisidir. Raif Efendi resme öyle âşık olmuştur ki, aslını fark etmez bile.

DEVAMI KİTABIMIZDA…


KİTAPTAN NOTLAR

Kürk Mantolu Madonna, yazarın 1937'de yazdığı Kuyucaklı Yusuf, ve 1940'da yazdığı İçimizdeki Şeytan ile birlikte üçüncü romanı. Kitap roman olarak adlandırılsa da yazarının tabiriyle bir Novella. “Kürk Mantolu Madonna”,  kitap olarak basılmadan önce 1941 yılında 48 bölüm halinde “Hakikat” gazetesinde “Büyük Hikaye” başlığı altında yayımlanmıştır.
Bazı yazarların romanlarını okuduğunuzda; kitaplar birbirinin devamıymışcasına birbirine benzerlik gösterir. Ancak Sabahattin Ali söz konusu olduğunda şu cümleyi rahatlıkla kurabilirim ki; yazarın her romanda yer verdiği kahramanlar şahsına münhasırdır ve farklıdır. Birbirlerine benzemezler. Bu durum öykülerinde de hakimdir. Bu özgünlük benim en sevdiğim tarafıdır yazarın. 



Kürk Mantolu Madonna, benim defalarca okuduğum, her okuduğumda da ayrı bir tat aldığım en sevdiğim kitaplardan biri. Bugüne kadar blogumda neden yer vermediğime gelince; Kürk Mantolu Madonna’yı ilk okuduğumda bende uyandırdığı duyguları toparlayıp, yazamadım bir türlü. İlk okumamı yaptığımda benim için çok zor bir süreçti. Belki de bu yüzden bende derin izler bıraktı kitap. Sonraki okumalarımda ise; sonunu bilmenin verdiği duyguyla, ağır ağır ve tadına vararak okudum kitabı.

Her defasında Raif Efendi , Maria Pruder içime işledi. 160 sayfalık kısacık kitap her okumamda benim için devleşti. Bunun sebebi Sabahattin Ali sevgim midir, okuduğumda hayatımdaki şartlar mıdır bilemem. Ama Kürk Mantolu Madonna bir dönem her kitap alışverişime eklediğim, sevdiğim bir kitaptan fazlası benim için. Ne zaman hediye kitap almak istesem ilk tercihimdir. 

Bir de söylemeden geçemeyeceğim ayrıntı Şubat 2002'de Füsun Akatlı tarafından yazılan kitaba yazılan "Önsöz" yazarı ve kitabı anlamak bakımından oldukça güzel. Ancak; tercihen kitap bittikten sonra da okunabilir elbette. 

Bu kadar yoğun duygular besleyince paylaşmak da o kadar zor oldu elbette benim için. İyi ki bu hayattan bir Sabahattin Ali geçmiş, iyi ki Sabahattin Ali’nin kaleminden böyle güzel bir kitap çıkmış dedirten. Keşke daha güzel eserler verecek kadar uzun yaşama imkânı olsaydı dediğim insanlardan Sabahattin Ali.

NOT: Maria Puder'in Kürk Mantolu Madonna ismini almasını sağlayan ve aralarında şaşırtıcı derecede benzerlik olduğu söylenen Andrea Del Sarto'nun Madonna (Meryem Ana) tasviri. (Görsel Alıntıdır.)


Kitabın en sevdiğim kısmı ile tamamlamak istiyorum yazımı...

“Pek alelade hiç bir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?" Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu âlemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul âlemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inme cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.”(Sayfa 11)

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE...

15 Şubat 2019 Cuma

İSTİRİDYE AVCISI MİMİ


MERHABALAR, 

Geçtiğimiz günlerde İstiridye Avcısı beni mimlemiş. Ben de dilim döndüğünce yanıtlamaya çalıştım sorularını... 


İSTİRİDYE AVCISI SORULARI

- Negatif olayları pozitif açılımlarla yorumlayıp olumlama yapmayı sever misiniz ? Evetse neden, hayırsa neden ?

Zaman zaman özellikle sağlık ile ilgili konularda olumlama yapıyorum. Pek çok konuda son ana kadar çözüm bulunabileceğine inanıyorum. Ancak hayata karşı pek “pozitif” olduğum söylenemez. “OLUMLAMA” yapmanın hayal kırıklığı etkisini arttırmasından korkarım. Genelde realist bir insan olduğumu düşünürüm. Olayların kötü gitmesinin ihtimalinin daha fazla olması nedeniyle; (murphy) genellikle olumsuzluklara kendimi hazırlamak için en kötüyü düşünürüm. Keşke da “pozitif” olmayı başarabilsem.

-İnsanları sınıflandırma eğilimi hakkında neler düşünürsünüz ?

Sınıflama yapmamaya çalışıyorum. Ancak farkında olmadan sınıflama yaparsam sınırlar arasında kalın ve duvarlar örmemeye çalışıyorum. Mutlaka olumsuz düşündüğüm insanlara şans tanımaya çalışıyorum. Ön yargılı olmamaya çalışıyorum. Ama temkinli olduğum söylenebilir. 



-Sizce herkes birbirine benzeseydi nasıl bir dünyada yaşardık ?

Tek renk bir dünya olurdu herhalde. Gökkuşağı varken kim tek renk ile yetinmek ister ki…

-Doğum ve ölüm hakkındaki düşünceleriniz nelerdir ?

“Doğum” başlangıç, “ölüm” ise adres değişikliği.  Bu biraz basit bir bakış açısı elbette. Ancak bu şekilde basitleştirerek, bakmaya çalışıyorum. Çünkü üzerinde fazlaca düşününce işin içinden çıkamıyorum.

-Karakterinizi bir hayvana benzetecek olsanız ne olurdunuz ? Neden ?

Eşime göre “muhabbet kuşu”ymuşum. Adı üzerinde muhabbeti seviyorum. Burcum itibari ile özgürlüğüme düşkün olmam sebebiyle kuş türlerini kendime yakın buluyorum. Aile yaşantısını seviyorum ama sürü yaşantısına uygun değilim. Bu nedenle “Albatros” diyebilirim.


-Bir  yazarla (Ölmüş ya da yaşayan olabilir) bir hafta sonu geçirme hakkınız olsa kiminle olmak isterdiniz ?

Bu soruyu daha önce de kendimce düşünmüştüm. İntihar eden yazarların intihar öncesi son günlerini merak ediyorum. İntihara giden yollarını merak ediyorum. Stefan Zweig, Sadık Hidayet, Virginia Wolf, Nilgün Marmara… Biraz karamsar olduğunun farkındayım. Ama “intihar” üzerine düşündüğüm, anlayamadığım ve anlamlandıramadığım bir konu olduğu için. Bunun yanında talihsiz bir şekilde yaşamı son bulan  Sabahattin Ali ile sohbet etmeyi çok isterdim.

-Yaşamınız bir sinema filmi haline gelse, ismi ne olurdu ? Neden ?

Hiç düşünmedim doğrusu. Bu soruyu şimdilik pas geçmek istiyorum.

8 Şubat 2019 Cuma

STEFAN ZWEİG – KORKU

MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA TAKİPÇİLERİ

“Korku cezadan daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.” (Sayfa 45)


“Sanıklar en fazla, gerçeği gizlemelerinin, her şeyin anlaşılacağı tehlikesinin ve bir yalanı sayısız saldırı karşısında savunmak zorunda olmalarının üzerlerinde yarattığı o dehşetli baskının eziyetini çekerler.” (Sayfa 46)


ARKA KAPAK
Rahat ve korunaklı bir yaşam süren saygın bir kadın, sekiz yıllık evliliğinden sıkılmış, burjuva dünyasının kozasından çıkarak kendini genç bir piyanistin kollarına atmıştır. Ancak bu gizli ilişkiden haberdar olan bir şantajcının ansızın zuhur etmesiyle, hayatında yeni farkına vardığı bütün güzellikleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve kahredici bir korkunun pençesine düşer. Korku insanı bilinçdışına itilmiş utanç verici deneyimlerden, bastırılmış pişmanlıklardan özgürleştirebilecek güçte bir yapıt.


ÖZET
Kitabımızın kahramanı Bayan Wagner,  aşığının dairesinden çıkarken; içeri girmek isteyen bir kadın ile çarpışırlar. İrene geçip gitmek istese de kadın, geçmesine izin vermez. Kaba ve pervasız bir tonda konuşan kadın; Bayan İrene’yi sevgilisini elinden almakla ve onu sevgilisinden ayırmakla suçlar. bir anda kapıldığı telaş ve korkuyla; kadının eline cüzdanındaki banknotlardan sıkıştıran İrene, yaşadığı heyecan içinde kendini evine zorlukla atar. Bu sırada kocası gelmiş, yemek yenecektir. İrene elinden geldiğince doğal davranmaya çalışır.

“Fakat fırtına veya bunaltıcı sıcak kadar havanın durgunluğu da insanı rahatsız edebilir, aynı şekilde ılımlı bir mutluluk da talihsizlik kadar kışkırtıcı olabilir ve isteksizlik çeken pek çok kadın için, umutsuzluğun getirdiği sürekli bir doyumsuzluktan daha tekindir. Tokluk da açlıktan daha az kışkırtıcı değildir. Irene’de macera merakını uyandıran da hayatının tehlikesiz oluşuydu.” (Sayfa 8)


Günler geçtikçe; kendisinden para sızdırmaya başlayan ve alışan kadının bitmek bitmeyen şantajları devam ederken; Bayan İrene’nin de sinirleri harap olur. kadının istekleri her geçen gün artmakta, İrene köşeye sıkışmaktadır. 

“…oysa maceranın gerçek bedeli tehlikeye atılabilmektir.” (Sayfa 9)

Bir tarafta şantajcısına para yetiştirmek, bir taraftan kocasının olayı öğrenmesi ve toplumda lekeli bir kadına dönüşmenin utancı vardır.

DEVAMI KİTABIMIZDA…

“Bir anda yaşamının tüm zenginliğini hissetmeye başlamıştı ve artık yaşamında tek bir saati bile anlamsız geçiremeyeceğini biliyordu. Şimdi her şeyin sonuna yaklaştığı sırada ilk kez bir başlangıç hissediyordu.” (Sayfa 38)


KİTAPTAN NOTLAR

Daha önce Stefan Zweig’in Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nu paylaşmıştım. Yazara hayranlığım Satranç ile başlamışken, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, Kızıl ve Kitapçı Mendel ile zirve yapmıştı. Daha önce okuduğum eserleri farklı yayın evlerine aitti. Ancak bu defa Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarını tercih ettim. Kitap 70 sayfadan ibaret ve tek bir öyküyü kapsamakta olan kitabın kapak tasarımını beğendim. 

Yazarın genel tarzına sadık kaldığı ruh tahlilleri, tasvirlerin bolca yer aldığı bir yapıt olmuş. Öykünün bazı bölümlerinde gerilim öyle yükseliyor ki; Bayan İrene’nin sokağa çıktığında yaşadığı şantajcısıyla karşılaşma korkusu kendini derinden hissettiriyor.

Yazar; pek çok eserinin tersine, kitabı olumlu bir havada bitiriyor. Ben daha karamsar bir son bekliyordum doğrusu.

Elinize alır almaz birkaç saatte okunacak, Zweig severlere ve henüz okumamış olanlara tavsiye edebileceğim,  güzel bir kitap…


Yeni kitaplarla görüşmek dileğiyle….


YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞME ÜZERE...

1 Şubat 2019 Cuma

GEORGE ORWELL – 1984 (NİNETEEN EİGHTY FOUR)

MERHABALAR KİTAPLARIM OLMADAN ASLA TAKİPÇİLERİ


Geçtiğimiz ay sizlerle HAYVAN ÇİFTLİĞİ'ni paylaşmış, 1984'ü sonraya saklamıştım. 1984, Hayvan Çiftliği'nden sonra daha uzun sürede okuduğum, beni sarsan bir kitap oldu. Yazarın 1984'te yaşanacağını ön gördüğü Distopya'yı umarım hiç yaşamayız diyerek başlıyorum paylaşımıma... 


ARKA KAPAK
Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.



George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.



ÖZET
Romanımızda olaylar 1984 yılının 4 Nisan gününde İngiltere ile Kuzey ve Güney Amerika’yı kapsayan Okyanusya’nın üçüncü en kalabalık eyaleti Havaşeridi Bir’in ana kenti Londra’da başlamaktadır. Okyanusya totaliter rejime sahip, dini inancın yasaklandığı,  bir asker- polis devletidir.
Otuz dokuz yaşındaki ufak tefek kavruk, vasat zekâlı, küçük bir memur olan Winston Smith, asansörü bozuk, sıkça elektrik kesintilerine maruz kalan, girişinde “BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ ÜZERİNDE” yazan posterin asılı durduğu Zafer Konutları’ndaki evine gelir. Evi yedinci kattadır. Evde “Büyük Birader”in insanların tüm yaşamlarını izlemesini sağlayan “TELE-EKRAN” vardır. Ekran’ın kapatılması Parti tarafından yasaklanmıştır. Bu yasak Düşünce Polisi tarafından da takip edilmektedir.
Winston Smith’in çalıştığı Gerçek Bakanlığı, Piramit şeklinde üç yüz metre yüksekliğinde bir binadır. Üzerinde partinin sloganı yazmaktadır.
“SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR.” (Sayfa 14)


Winston Smith, "Gerçek Bakanlığı"nda çalışmaktadır. Görevi Times Gazetsi’nde ve geçmişe ait haberleri Parti’nin isteğine uygun olarak değiştirmektir. Bunun dışında savaşla ilgilenen Barış Bakanlığı, yasa ve düzeni sağlayan Sevgi Bakanlığı, ekonomiden sorumlu Varlık Bakanlığı da vardır. Parti tarafından “Yeni Söylem” adı verilen içerisinden Parti’nin isteğiyle; gereksiz sözcükler çıkarılan, ifade özgürlüğünü ve çeşitliğini kısıtlayan bir dil oluşturulmakta halk bu dili konuşmaya zorlanmaktadır.

Ama bir gün her şey değişir. Winston çalıştığı bakanlıkta geçmişin Parti’nin isteğine uygun değiştirilmesinden yola çıkarak sistemi kendince sorgulamaya başlar. Antika eşyalar satan Mr. Charrington’un eskici dükkânından, bir defter ve kalem alır. Bu defteri günlük yapar ve"Tele-Ekran"dan görülmeyecek şekilde günlüğünü yazmaya başlar. Bu şekilde geçmişi kayıt altına almak, Büyük Birader’in varlığını sorgulamak suçtur. Ve Winston artık bir düşünce suçlusudur.


Winston gibi “Gerçek Bakanlığı”nda çalışan "Anti-Sex" adlı örgütün üyesi ve aynı zamanda Gerçek Bakanlığının Kurgu kısmında çalışan Julia, Winston’un avucuna gizlice  "Seni Seviyorum"  yazan bir kâğıt sıkıştırır. Winston ve Julia kayıt cihazlarının olmadığı yerlerde buluşurlar. Parti’nin kurallarına göre bu da suçtur. Çünkü evlilikler de Parti tarafından seçilen eşle yapılır. Aşk yasaktır. Winston hali hazırda başka bir kadınla da evlidir.
Winston’un eline O’Brien aracılığı ile Parti’ye karşı kurulan bir örgüte ait bir kitap geçer. O’Brien; sözü geçen Parti’nin yüksek kademesindeki küçük çevreye mensup çirkin, yüksek ölçüde zeki bir üyedir. Emmanuel Goldstein tarafından yazılan kitabı rahat okumak için Winston günlüğü aldığı eskicinin üst katındaki odayı tutar. Odada Tele-Ekran yoktur. Bu odada Julia ile buluşurlar hem ilişkilerini devam ettiririler hem de kitabı okurlar. Kitabı okudukça devlet düzenini anlamaya başlarlar. 
DEVAMI KİTABIMIZDA…


ALINTILAR
 “Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçunun KENDİSİ ölümdür.” (Sayfa 38)
 “En kötü düşmanımız sinir sistemimizdir.” (Sayfa 61)

“Bağlılık düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.” (Sayfa 78)

 “Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.” (Sayfa 81)

“NASIL”’ını anlıyorum:”NEDEN”’ini anlayamıyorum... (Sayfa 91)

“Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse, şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu. Bu inancı bir tek kendisi taşıyor olabilirdi ve eğer öyleyse, o zaman delinin tekiydi. Ama deliliği pek dert etmiyordu, onu asıl ürküten yanılıyor olabileceğiydi.” (Sayfa 91)

 “Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir.” (Sayfa 92)
İnsan, tarihi, kitaplardan öğrenemediği gibi mimariden de öğrenemiyordu. Heykeller, yazıtlar, anıtlar, sokak adları... geçmişe ışık tutabilecek her şey sistemli bir biçimde değiştirilmişti. (Sayfa 110)

“Uğrunda savaştığımız davalar, savaş alanında, işkence odasında, batmakta olan bir gemide hep unutuluveriyordu, çünkü beden şişip büyüyerek tüm evreni kaplıyordu; korkudan çarpılmadığınız ya da acı içinde haykırmadığımız durumlarda bile yaşam her an açlığa, soğuğa, uykusuzluğa, mide buruntusuna ya da diş ağrısına karşı verilen bir savaşımdı.” (Sayfa 114)



“Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız" demişti O'Brien... ...karanlığın olmadığı yer, düşlenen gelecekti; hiçbir zaman göremeyeceğimiz, ama belli belirsiz de olsa paylaşabileceğimizi sezdiğimiz gelecek.” (Sayfa 115)
“Hiyerarşik toplumun varlığı, uzun sürede, ancak yoksulluk ve cehalete yaslanarak sürebilirdi.” (Sayfa 206)

“Yüzyıl ortalarında meydana gelen 'özel mülkiyetin ortadan kaldırılması', gerçekte, mülkiyetin eskisinden çok daha az kişinin elinde toplanması anlamına geliyordu.” (Sayfa 223)

 “Savaşın amacı toprak ele geçirmek ya da toprak yitirmeyi önlemek değil, toplum yapısının hiç değişmeden sürmesini sağlamaktır.” (Sayfa 230)

“En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır.” (Sayfa 231)
 “Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük için devrim yapar.” (Sayfa 284)
“İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?
Winston biraz düşünüp” acı çektirerek” dedi.” (Sayfa 302)


KİTAPTAN NOTLAR

George Orwell’ın 1947-1948 yıllarında yazdığı 20. yüzyılın en etkileyici distopyalarından biri kabul edilen 1984’ü okudum. Hayvan Çiftliği kadar akıcı ve sürükleyici olmadı benim için.
Hayvan Çiftliği’nde olaylar hayvanlar üzerinden anlatıldığından masal okumak gibiydi. Ancak 1984 kurgu ve konu olarak daha zorlayıcı, sarsıcı bir okuma oldu.

George Orwell, “1984” romanını ‘’Avrupa’daki Son Adam’’ adıyla yayınlamak istese de yayıncının müdahalesi ile “1984” adı ile yayınlanır. Hayvan Çiftliği’nde pek çok siyasetçiyi hedef alan yazar acaba kitabın adını seçerken; kimi kast etmişti diye merak ettim.
Yayıncının bu müdahalesi bence yerinde olmuş. 1984 daha akılda kalıcı ve çarpıcı bir isim olmuş. Eminim 1990’larda 2000’lerde uçan arabaların olacağını düşünen nesil için kitabın yazıldığı yıllarda 1984 uzak ve belki de hayali bir dünyaydı kim bilir. 

1984 romanında yeni ve özgürlüklerin olmadığı dünya yapısı, yeni bir sistem, kelimeleri azaltılmış yeni bir dil vardır. Kitabın sonunda ek olarak yeni dünya düzenini anlatan ayrıntılı bilgiler de verilmiş. Bu kısım, okuyucunun kitabın içeriğini anlaması bakımından doğru bir yaklaşım olmuş.

Ayrıca; Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’de sürekli tekrarlanan “Büyük Birader Seni İzliyor” uyarısının yeni bir kavram olarak ortaya çıkmasını ve dile yerleşmesini sağladığını öğrenmiş oldum.

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...