26 Temmuz 2019 Cuma

MUSTAFA KUTLU – UZUN HİKÂYE


MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADANASLA BLOGU DEĞERLİ TAKİPÇİLERİ…


Sizlerle yıllar önce filmini izlediğim, ardından bir çok sevdiğim bir meslektaşımın hediyesi olarak okuduğum, 2000 yılında yazılmış, okuduğum ilk Mustafa Kutlu kitabını paylaşmak istiyorum.

“-Kızken kaçtın geldin bana.
Mantonun pembesi soldu
Hala da aynı ayakkabı.
Alamadım ki sana şöyle her şeyin en iyisinden.
-Ayakkabılar eskir be Ali’m, her şey eskir.
Sen eskime.”  (Filmden alınmıştır.)

ÖZET
Pelvan Sülüman yetim torunu Ali’yle birlikte Bulgaristan’dan İstanbul’a göç eder. Daha önce göç etmiş hemşehrilerinin yardımıyla Eyüp Sultan’da bir eve yerleşirler. Ali Bulgaristan’da kalan diğer akrabalarından ve annesinden bir daha haber alamaz. Burada sebze yetiştirip, hayvan bakarak hayata tutunurlarken Ali de bir yandan okula gider. Çok geçmeden Pelvan Sülüman camide vefat eder.

“Ne zaman annem akılıma düse o vagondan evi hatırlıyorum. Sisler arasında beliren bir masal gemisi gibi.(...) Küçük istasyon binasının arkasında, battal bir hatta çekilmiş, eski bir vagonda kalıyorduk. Vagondan ev.” (Sayfa 7–8)

Pelvan Sülüman’ın ölümüyle Ali, dedesiyle yaşadığı eve dönmek istemez. Pek çok insanın ısrarına rağmen her şeyi satıp evden ayrılır. Bu sırada ortaokulu bitirir; kâtiplik, kitapçılık, muhasebe ve avukat yardımcılığı gibi pek çok işte çalışır.

Aynı mahalleden tanıştığı güzeller güzeli Münire’yle birbirlerine âşık olurlar. Münire’nin ailesi yazlık sinema işletmektedir ve mahallenin belalılarındandır. Evlenmelerine izin vermeyeceklerini bildiklerinden durumu Münire’nin ailesine hiç açmazlar.

 “Ancak hayat dediğin nedir ki ? Anlaşılmaz bir sır. Kurduğumuz düzen hep böyle gidecek sanırız. Birden ip kopar , ışık söner , her şey darmadağın olur.” (Sayfa 12)

Münire de ağabeylerinden korktuğundan kaçamaz. Bir gün aile Münire’yi sinema sahibinin oğluyla evlendirmeye kalkar. Münire karşı çıkınca da onu tekme tokat döverler. Bu olay üzerine Münire, Ali’yle kaçmaya karar verir. Ama kaçışları sessiz sedasız olmayacaktır. Ali hem Münire’yi kaçırır hem de abilerinin işlettikleri sinemayı ateşe verir. Münire’nin ailesi peşlerine düşer. Çift, aileye yakalanmamak için yıllarca kasaba kasaba Anadolu’da dolaşır.

DEVAMI KİTABIMIZDA…

KİTAPTAN NOTLAR
Kitap Ali ve Münire’nin oğlu’nun ağzından anlatılmaktadır. Anlatıcının ifadesine göre çocuğa da bıkmadan usanmadan babası anlatmıştır. Çocuğun adını kitap boyunca öğrenemiyoruz. Ancak otobiyografik özelliğinden dolayı çocuğun yazarın kendisi olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle de filmde çocuğa Mustafa adı verilmiştir. 

“Coğrafyaya, mekâna dair bir bağlanma, bir aidiyet duygusu yok bende. Zihnimi eşiyor, hafızamı yokluyorum. Hep yollar, kıvrılıp giden tozlu yollar, eski dökülen otobüsler, kamyon karoserleri, tiren rayları, vagonlar, kurum vs.” (Sayfa 18 )

Kitap 114 sayfadan ve 2 bölümden oluşmakta. Kitap adı gibi bir uzun hikâyedir. Bu hikâye roman olmanın kapısına gelse de içeri girememiş gibidir. Hem mecazen hem de tür olarak uzun hikâyedir.


Birinci bölümde Bulgaryalı Ali ile Münire’nin dillere destan aşkı, birlikte kaçmaları… Kasaba kasaba gezmeleri ve çocuğun 6 yaşına kadar geçen süre anlatılmaktadır. İlk bölümde anlatıcı rolünü üstlenen çocuk ikinci bölümde on altı yaşındadır ve artık kendi hikayesini anlatmaya başlayacaktır. Tüm olaylar çocuğun gözünden çocuğun masumiyeti ile anlatılmıştır.

“Babam beni aldı, birlikte vagon evimize geldik. Bohçayı açtık. İçinden annemin soluk pembe mantosu, başörtüsü, yıpranmış kunduraları, aynası ve tarağı, yüzüğü ve küpeleri çıktı. Babam bir süre bunlara baktı. Parmaklarının ucuyla dokundu. Sonra kapadı bohçayı. Uzanıp elimden mızıkayı aldı.(...) Sonra mızıkayla bir şeyler çalmaya baladı. Ne güzel, ne acıklı, ne tatlı çalıyordu. Birlikte ağladık. Babamı ilk kez ağlarken görmüştüm.” (Sayfa 30)

Kitabın sıcacık bir anlatımı yüreğe dokunan bir konusu var. Çok sevmiş ama birbirlerine doyamamış Ali ve Münire, öksüz kalmış bir çocuk ve yine delikanlı olmuş oğullarının gönül kırıklığı çok güzel anlatılmış. Aşkı uğruna sürgün olan Ali’nin oğlu da kendisini yine aşk uğruna sürgün etmesi ile biter kitabımız…
  

Kitapta zaman ve mekân muğlâktır. Ancak yaşanan siyasi olaylar, ve satır aralarında geçen sözcüklerle zaman dilimi sezdirilmektedir. Henüz buzdolabı ve televizyon yaygınlaşmamıştır. Okuma seferberlği yapılmış, en ücra köşelere öğretmensiz liseler açılmıştır. İnsanlar fakirlikten utanmamaktadır. İnsanlar daha paylaşımcı ve yüce gönüllüdür. Anlatıcının gençlik yıllarına gelince zaman ile ilgili ufak tefek kırıntılar hissedilmektedir yine.  Örneğin anlatıcı “Ahu Tuğba”nın bir filminden bahsetmekte. Almanya’ya işçi gönderilmesi üzerinde durulmaktadır. Buradan hareketle, zaman sezdirilmektedir. Kasaba olarak, pek çok mekân gezmelerine rağmen “Hanyeri” ismi dışında isim verilmemektedir.

“Ah bu küçük kasabalar...

Her biri bir gizli sevda cehennemi…
Karşılıksız aşkların törpülediği gençlik…” (Sayfa 72)

Kitapta Ali Münire’yi tren (tiren) ile kaçırır. Kasaba kasaba kaçışlarına hep bir tren ev sahipliği yapar. Ali ve Münire en güzel yıllarını tren vagonundan bir evde yaşarlar… Bu anlamda kitapta “tren” metaforu üzerinde bolca durulmuştur.

Yazarın 114 sayfalık esere pek çok karakteri sığdırması, ve bunları tüm canlılığıyla tasvir etmesi benim kitapla ilgili en sevdiğim kısım oldu. Sanki Anadolu insanları resmi geçidi gibi... Kara Turan ve boncuk işleri yapan Celal’i ayrıca çok sevdim.

“Kitapların da kaderi vardır.” (Sayfa 79)

Yazar üslup olarak; sohbet edermiş gibi yazdığı için akıcı bir kitap olmuş. insanın eline alması ile bitirmesi bir oluyor. Ve insanın damağında kekremsi am bir taraftan da keyifli bir tat bırakıyor.
Yazar satır aralarında şarkı ve türkü sözlerine de bolca yer vermiş. Bu durum kitabın romantizm dozunu arttırmış.

“Ama solunan hava, yüzülen su, oturup kalktığın insan, yürüdüğüm yol seni değiştirir.” ( Sayfa 88)

Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikaye isimli eserini 2000 yılında yazmasının ardından kurgusu dram olan bu hikaye 2012 yılında Osman Sınav yönetmenliğinde beyaz perdeye aktarılmıştır. Başrollünde Kenan İmirzalıoğlu ve Tuğçe Kazaz yer almıştır. Kitabın kapağında da filmden bir kare yer almaktadır. Kitap otobiyografik ögeler de taşıdığından filmde baş role Mustafa adı verilmiştir. 

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE...

“Mızıkaya üfledim.

Aa... Bayağı çalıyorum.
Çalıyorum be...
Mızıkanın nağmeleri otel penceresinden sızıp kasabanın dumanı tüten kırmızı kiremitli damlarına doğru yayılmaya başladı. Nereye kadar gider bu ses, kime ulaşır?” (Sayfa 114)

Filme ait görseller alıntıdır. 

NOT: Bu arada "Uzun Hikaye" benim blogumda yer alan 150. kitap paylaşımım. Sevdiğim bir kardeşimin hediyesi olan bu kitabın 150. kitap olması ayrıca beni mutlu ediyor. Bir bu kadar da okuyup paylaşamadığım ya da paylaşmaya değer bulmadığım kitap var elbette. Okuma listem öyle söylüyor. Bu sayı beni her ne kadar mutlu etmese de istikrarla paylaşmaya devam etmeye çalışıyorum. Hem hobi hem de kitap blogu yazmak, çalışan anne olmak... Daha bol kitaplı paylaşımlar yapma dileğiyle... 

SEVGİLER...  

19 Temmuz 2019 Cuma

PEYAMİ SAFA – FATİH HARBİYE

       MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU DEĞERLİ TAKİPÇİLERİ;

        “Büyük eserler, büyük ruhların enginliğinde yoğrulur ve doğar” (Kitaba başlarken…)

  

ARKA KAPAK

Darülelhan'ın (Konservatuvarın) alaturka kısmında ud eğitimi alan Neriman, mensup olmakla iftihar ettiği Doğu kültürünü çok seven babası Faiz Bey'le on beş yaşından beri Fatih semtinde oturmaktadır. Yine bu semtte tanıştığı, babasına çok benzeyen ve Darülelhan'da kemençe eğitimi alan Şinasi ile yedi yıldır nişanlıdır. Bütün mahalle, tahammül sınırlarını zorlayan bu nişanlılık ilişkisinin evlilikle bitmesini beklemektedir. Ancak Neriman'ın Darülelhan'da tanıştığı Macit, onun içinde yer etmiş Batılı bir hayat yaşama isteğini uyandırır. Neriman, Beyoğlu'nda, Harbiye'de yaşanan ışıltılı hayat tarzına imrenerek yaşadığı muhitten, evlerinden, babasından, Şinasi'den ve hatta doğuyu temsil ettiğini düşündüğü kedisinden bile nefret etmeye başlar. Tramvay yoluyla birbirine bağlanan ama birbiriyle bağdaşması mümkün olmayan iki semt, Fatih ve Harbiye, aynı coğrafyada yaşanan bir kültür ve zihin geriliminin cepheleridir. Türk edebiyatının en üretken kalemi Peyami Safa, televizyon dizilerine de konu olan Fatih-Harbiye romanında toplumumuzun yaşadığı asrîleşme (çağdaşlaşma) sancılarına eşyalar, şahıslar, kurumlar ve mekânlar üzerinden ayna tutmaktadır


ÖZET

127 Sayfadan oluşmakta olan romanımızın özeti arka kapakta büyük ölçüde verildiğinden dolayı, uzun uzadıya özet yapmadan kitap hakkındaki görüşlerime geçmek istiyorum.

“Annesi babası ona halis bir şarklı itiyatları vermişlerdi; anadolu’da, bir çok memuriyetlerde gezen Faiz bey, Neriman’ı yedi yaşına kadar saf Türk muhitlerinde büyütmüştü. fakat İstanbul’a yerleştikten sonra, Neriman’ın akrabalarından, bilhassa büyük dayısının ailesinden aldığı tesirler bambaşkadır. Galatasaray’dan çıkan ve tahsilini Avrupa’da bitiren büyük dayısı ve kızları, Neriman’da garp hayatına karşı incizap uyandırmışlardı. Bu iştiyak, ekseriya Neriman’ın da haberi olmadan, ruhunda gizli gizli yaşamış ve memleketteki asrileşme cereyanlarından gıda almış, fakat ne şuur, ne de irade halinde ortaya çıkmak için fırsat bulamamıştı. Lozan sulhundan sonra, resmi Türkiye’nin de kanunla herkese kabul ettirdiği bu asrileşme, Neriman’ın ruhunda gizli gizli yaşayan bu iştiyaka en kuvvetli gıdasını vermişti.” ( Sayfa 58)


KİTAPTAN NOTLAR

Kitapta olaylar kitabın başkahramanı Neriman, üzerinden anlatılmaktadır. Neriman, Darülelhan'ın (Konservatuvarın) alaturka kısmında ud eğitimi almaktadır. Yaşadığı semt Fatih, eğitimini aldığı Ud ve babası Faiz Efendi’nin hayata bakış tarzından yola çıkarak, eskiyi alaturkalığı temsil etmektedir. Ancak Nerima’nın  gönlünü hayatına giren Macit ile birlikte alafranga yaşam çelmiştir. 

“Fakat uyuyamadı. Hep dalıp dalıp uyanıyordu. Ara sıra, uykusu derinleştiği halde, yattığı yerden fersahlarca uzak bir yere gitmiş de iki dakikada geriye dönmüş gibi, baş döndürücü bir sürat hissiyle gözlerini açıyor ve küçük seslere dikkat ediyordu.”( Sayfa 17)

Neriman Fatih ve Harbiye kadar farklı iki semt arasında iki farklı yaşamın arasında kalmıştır. Bu arada kalmışlık etkisini zaman zaman kendinden bile nefret etmeye kadar gitmektedir.  Yazarın kitapta kullandığı ruh tahlillerine bakacak olursak Neriman’ın hal, tavır ve sinir nöbetlerini öylesine güzel anlatmış ki, insan Neriman’ı tanımakta zorluk çekmediği gibi anlamaya da başlıyor.


“Türk musikisi her şeyden evvel Avrupalılaşmaktan sakınmaya mecburdur.” ( Sayfa 118)

Diğer tarafta Faiz Bey ile birlikte Doğu’yu temsil eden Neriman’ın nişanlısı Şinasi de vardır. Şinasi de Fatih’te yaşamaktadır. O da Darülelhan’da müzik eğitimi almaktadır. Kemençe çalmaktadır. Yazarın davranış tahlilleri ve ruh dünyasını yansıtması bakımından Şinasi’ye de bolca  yer vermiş, seven ve sevdiğini de kaybetmek üzere olan bir gencin duygularını başarılı bir biçimde aktarmıştır.

“Kimi adam vardır ki sabahtan akşama kadar oturur ve düşünür. Onun bir hazine-i efkarı vardır, yani fikir cihetinden zengindir; kimi adam da vardır ki sabahtan akşama kadar ayaküstü çalışır, mesela bir rençper, fakat yaptığı iş dört tuğlayı üst üste koymaktan ibarettir. Evvelki insan tembel görünür velakin çalışkandır, diğer insan çalışkan görünür velakin yaptığı iş sudandır. Zira birisi maneviyat ile zihin gayretiyle yapılan iştir; öbürü vücut ile bedenle yapılan iştir. Maneviyat daima alidir, vücut sefildir. Yapılan işlerin farkı da bundandır.” ( Sayfa 49)

Kitapta Batı’yı temsil etme anlamında karşı taraf olsa da Macit’ e diğer karakterler kadar yer verilmemiştir. Macit bir süre Darülelhan’da müzik eğitimi almış ve keman çalan biridir. Neriman’ın Şinasi’den uzaklaşmasına yol açan kişidir. Ancak Macit’in Neriman’a karşı hisleri Şinasi kadar yoğun değildir. Belki de yazar Macit’e kitapta fazla yer vermeyerek ve Nerman’ı kitabın sonunda Macit’ten uzaklaştırarak sadece Şinasi’den yana değil Doğu’dan yana da yapmıştır.


Yazarın Neriman’ın ağzından yaptığı benzetmeleri de çok beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Şark toplumlarını “kedi” garp toplumlarını ise “köpek” ile özdeşleştirmesini beğendim.

“Hristiyan evlerinde köpek ve Müslüman evlerinde kedi bolluğu şundandı: Şarklılar kediye, garplılar köpeğe benziyorlar..! Kedi yer, içer, yatar, uyur, doğurur ; hayatı hep minder üstünde ve rüya içinde geçer; gözleri bazı uyanıkken bile rüya görüyormuş gibidir; lapacı, tembel ve hayalperest mahluk çalışmayı hiç sevmez.  Köpek diri, çevik, atılgandır. İşe yarar ; birçok işlere yarar. Uyurken bile uyanıktır. En küçük sesleri bile duyar, sıçrar, bağırır.” ( Sayfa 46)

Kitapta analizler ve konuyu beğenmiş olsam da bana biraz kısa geldi. Olayı Macit açısından değerlendirmemiş olması da bir eksiklik gibi geldi bana. Eğer Macit üzerinden Batı kültürüne özentiyi kötülemek gibi bir amacı varsa yazarın Macit’in davranışlarının altını biraz daha çizmesi gerektiği kanısındayım.


Bir de yazarken bile beni etkisine alan dile gelelim. Kitapta bolca eski kelime bulunmakta. Kelimelerin günümüze göre karşılıkları da sayfa altında verilmiş. Yayınevinin kitabın aslına sadık kalma özeni elbette takdir edilesi. 

“Ah efendim, dedi, bizi bizden daha iyi biliyorlar; Mesnevi'yi de, Rubaiyat'ı da, Gazali'yi de, Farabi'yi de bizden daha çok okuyorlar; bizim bizden daha büyük düşmanımız yoktur efendim, yoktur.” (Sayfa 119)

Ancak bazı sayfaların altında çok fazla kelime açıklaması olması okumayı sıkıcı hale getirebiliyor. Okuduğum bir paragrafı kelimelerin anlamlarını da koyarak defalarca okumak sıkıcı bir hal alabiliyor. Kitaba yönelik yapabileceğim tek olumsuz eleştiri bu diyebilirim. Aynı yorumu Halide Edib’in Mor SalkımlıEv’i için de yapmıştım.

“Evet, ölüme mahkûm olduğu için, her şey boştur. Bu cihanın kaşanesi, kum üzerine yapılmıştır.” ( Sayfa 127)

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE...
SEVGİLER...

12 Temmuz 2019 Cuma

RAY BRADBURY – FAHRENHEİT 451


MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU TAKİPÇİLERİ, 

"YAKMAK BİR ZEVKTİ."

 Distopya türü ile Jose Saramago’nun Körlük’ü tanışmış oldum. Ardından yine Saramago’nun Görmek’i geldi.  George Orwell’in 1984’ünden sonra Ray Brandbury’nin Fahrenheit451’i, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve Ursula L.Quin’in Mülksüzler sıradaki kitaplardı. 

Tercihimi  Fahrenheit 451’den yana kullandım. Fahrenheit 451 Ray Brandbury tarafından 1953 yılında kaleme alınmış distopya türünden bir romandır ve yazıldığı tarihten 500 yıl sonrasını anlatmaktadır. 

“Mutluluğunu maske gibi takıyordu, o kız da maskeyi kapıp çimenlikte koşarak gitmişti ve onun kapısını çalıp maskeyi geri istemenin yolu yoktu.” (Sayfa 32)

“Sen orada değildin, görmedin,” dedi Montag. “Bir kadının yanan bir evde kalmasına yol açtıklarına göre, kitaplarda bir şeyler olmalı. İnsan bir hiç uğruna kalmaz.” (Sayfa 72)     


ARKA KAPAK
“Yazılmış en iyi bilimkurgu romanı. İlk okuduğumda, yarattığı dünyayla kâbuslar görmeme sebep olmuştu.” -Margaret Atwood

Hugo En İyi Roman Ödülü,
Prometheus Şeref Kürsüsü Ödülü
Amerikan Ulusal Kitap Ödülü,
Pulitzer Onur Ödülü

Ray Bradbury sadece bilimkurgunun değil fantastik edebiyatın ve korkunun da yirminci yüzyıldaki ustalarından biri. Bilimkurgunun “iyi edebiyat” da olabileceğini kanıtlayan belki de ilk yazar. 1953’te yayımlanır yayımlanmaz  klasikleşen, türü  kökten etkileyen distopya edebiyatının dört temel kitabından biri olan Fahrenheit 451 ise bir  başyapıt.

Guy Montag işini seven bir itfaiyeciydi. Televizyonun hüküm sürdüğü bu karanlık dünyada okuma eylemi ise yok olmak üzereydi zira itfaiyeciler yangın söndürmek yerine ortalığı ateşe veriyordu. Montag’ın işi ise yasadışı olanların en tehlikelisini yakmaktı: Kitapları.

Montag yaptığı işi tek bir gün dahi düşünmemişti  ve tüm gününü televizyonla kaplı odalarda geçiren eşi Mildred’la beraber ömrünü geçiriyordu. Ancak yeni komşusu Clarisse’le tanışmasıyla tüm hayatı değişti. Kitapların değerini kavramaya başlayan Montag artık tüm bildiklerini sorgulayacaktı.

İnsanların uğruna canlarını feda etmeyi göze aldığı bu kitapların içinde ne var? Gerçeklerin farkına vardıktan sonra bu karanlık toplumda artık yaşanabilir miydi?

Fahrenheit 451, yeryüzünde tek bir kitap kalacak olsa, o kitap olmaya aday.



“Mutlu olmamız için gerekli her şeye sahibiz, ama mutlu değiliz. Bir şey eksik. Etrafa bakındım. Ortadan kaybolduğunu kesinlikle bildiğim tek şey, on-on iki yıldır yaktığım kitaplardı.”


ÖZET

Guy Montag; dedesinden itibaren itfaiyecilik yapan bir ailenin yine itfaiyeci olan mensubudur. İşini severek yapar. Ancak kitabın geçtiği zamanda itfaiyecilerin görevi yangınları söndürmek değil, yanmayan evlerdeki yasaklı kitapları –aslında tüm kitapları- yakmaktır.  

 “Kitaplar aptal, salak olduğumuzu bize hatırlatmak için var. Onlar gösteri alayı caddeden gürültüyle geçerken Sezar’a “Fani olduğunu hatırla Sezar” diyen muhafız kıtası gibiler.” (Sayfa 108 )

Çünkü kitaplar insanların düşünmelerine, eleştirmelerine ve sorgulamalarına neden olduğu için mutsuzluk kaynaklarıdır.  Montag, yıllarca gecenin gelen ihbar ile yola çıkışını, alevlerin kitapları yutuşunu hiç sorgulamadan işine devam eder. Çünkü kitapları yakmakla toplumun mutlu olmasını sağladığını düşünüyor ve bundan da zevk alır. Çünkü şiirler acıdır, romanlar insanı düşünmeye zorlar. Oysa düşünmeyen eğlenen insanlar mutludur.


Montag’ın evine döndüğü esnada 17 yaşındaki Clarisse  adlı genç kızla karşılaşana dek yaptığının aslında nasıl bir yıkım olduğunun farkında değildir. Komşusu olan kız ile sohbet ederler. Clarisse ona mutlu olup olmadığını sorar. Ve bir de yaktığı kitapları okuyup okumadığını…

“Güneş her gün yakıyordu.Zaman'ı yakıyordu. Dünya hızla çember çiziyor ve kendi ekseni etrafında dönüyordu, zaman da Montag 'dan yardım almadan seneleri ve insanları yakıyordu zaten.Yani Montag itfaiyecilerle birlikte nesneleri yakarsa,güneş de Zaman'ı yakarsa bu her şeyin yanması anlamına gelirdi.” (Sayfa 168)

 “İyi bir iş. Pazartesi günleri Milly, Çarşamba Whitman, Cuma Faulkner, yak kül olsun, sonra küllerini yak. Bu bizim resmi sloganımız”(s.29)

Clarisse ile tanıştıktan sonra Guy Montag, hayatını sorgulamaya başlar.

DEVAMI KİTABIMIZDA…


KİTAPTAN NOTLAR

Fahrenheit 451 kağıdın yanma derecesidir.  Yazar kitabını yazdıktan sonra isim olarak kağıdın özellikle de kitap kağıdının yanma derecesini kitabına isim olarak seçmiştir. Kitap 3 bölümden oluşmaktadır. Şömine ve Semender, Elek ve Kum, Işıl Işıl Yanan... 

"Demek yürüyorsunuz?" dedi polis memuru, "Sadece yürüyor musunuz?"
Başımla onaylayarak açık gerçeği hazmetmesini bekledim.
"Pekala," dedi polis memuru, "Bir daha yapmayın!"(Yazarın Önsözünden)

Kitaba Neil Gaiman tarafından Önsöz, ve yazarın kendisi tarafından da bir Sonsöz yazılmıştır. Kitabı anlamak ve spolier olmaması bakımından yazarın sonsözünün kitabın bitimine eklenmesi doğru bir karar olmuş bence. 

“Şimdi uygarlığımızın azınlıklarını ele alalım, tamam mı? Nüfus arttıkça azınlıkların sayısı artar. Köpek sevenleri, kedi sevenleri, doktorları, avukatları, tüccarları, şefleri, Mormonları, Baptistleri, Üniteryenleri, ikinci kuşak Çinlileri, İsveçlileri, İtalyanları, Almanları, Teksaslıları, Brooklynlileri, İrlandalıları, Oregonlu veya Meksikalı insanları sinirlendirmeyeceksin. Bu kitaptaki, bu oyundaki bu televizyon dizisindeki insanlar herhangi bir yerdeki gerçek ressamları, haritacıları, makinistleri temsil etmemektedir. Pazarın ne kadar büyürse ihtilaflarla başa çıkma gücün o kadar azalır.” (Sayfa 78)

Yazıldığı zamandan 500 yıl sonrasında geçen kitabımızda, mekanik tazılar, duvarları kaplayan televizyonlar, uyku hapları bulunmaktadır. Aile ve çocuk kavramı yozlaşmış, aile bağları neredeyse yok olmuş gibidir.


1984 ile kıyaslayasacak olursak, her iki kitapta da Totoliter ve baskıcı yönetimler söz konusudur. Her iki kitapta da baskı açıkça hissedilmektedir. Sistemi kabul edip, uyum sağlayanlar varken, sisteme isyan etmeyi düşünenler de vardır. Fahrenheit 451 nispeten daha olumlu bir son ile biter. 1984’ü okuduğumda daha fazla etkilemiştim. Özellikle sürekli izlenme duygusu beni huzursuz etmişti. 

“Özenle, bir çiçeğin taçyapraklarını tutar gibi. Birinci sayfayı yak,ikinci sayfayı yak. Bölüm bölüm, o sözcüklerin bütün saçma anlamlarını, bütün o boş vaatleri, bütün o papağan gibi tekrarlanan fikirleri ve zamanın eskittiği felsefeleri.” (Sayfa 98)

Fahrenheit 451’de de kitapların yakıldığı sahneler ve kitaplarından ayrılmamak adına kitaplarıyla yanan kadının olduğu sahne çok etkiledi beni. Bir de Guy Montag'ın kendi evini yakmak zorunda kaldığı ve ihbarın da karısı Mildred tarafından yapıldığı sahne kitabın etkileyici sahneleriydi. 

Montag’ın eski bir akademisyen olan Faber’in yanına giderken kurtarmış olduğu kitaplardan “İncil” i seçmesi bence ironik olmuş. acaba yazar toplumdaki yozlaşmanın din ile mi çözüleceğine dikkat çekmek istemiştir.


Kitaptaki yozlaşan aile vurgusu da bence çok dikkat çekici. Bir evde yaşayan iki yabancı eşler, sadece doğurulmuş ve ne olduğu önemsenmemiş gibi görünen çocuklar. Bu kısımlarda sarsıcı öngörüler bence. Distopyaların aile yozlaşmasına vurgusu insanı dehşete düşürüyor elbette.

“Anayasanın dediği gibi, herkes hür ve eşit doğmaz ama herkes eşit hale getirilir.” (Sayfa 79)

Ayrıca kitap ilki 1966'da ikincisi 2018 'de olmak üzere iki defa filme çekilmiştir. Her iki filmi de izlemeyi düşünüyorum en kısa sürede...

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE....
SEVGİLER...

5 Temmuz 2019 Cuma

HARUKİ MURAKAMİ – SAHİLDE KAFKA (KAFKA ON THE SHORE.)

Merhabalar Kitaplarım Olmadan Asla Blogu Değerli Takipçileri…

“Yerine göre, kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer. Sen de, ondan kurtulmak için ayağını bastığın yeri değiştirirsin. Bunun üzerine fırtına da sana ayak uydurmak için yönünü değiştirir. Bir kez daha bastığın yeri değiştirirsin. Tekrar tekrar, sanki şafaktan hemen önce ölüm tanrısıyla yapılan uğursuz bir dans gibi, aynı şey tekrarlanıp gider. Neden dersen, o fırtına uzaklardan çıkıp gelmiş herhangi bir şeyden farklıdır da ondan.

O fırtına aslında sensindir. O yüzden yapabileceğin tek şey, teslim olup ayağını dosdoğru fırtınanın içine daldırarak, gözlerini kum girmeyecek şekilde sımsıkı kapatıp adım adım fırtınanın içinden geçmektir.
Orada, muhtemelen ne güneş ne de ay, hatta ne yön ne de zaman vardır. Orada, kemikleri bile parçalayacak kadar keskin beyaz kum tanecikleri gökyüzünde dans eder. İşte öyle bir kum fırtınası canlandır gözünde.”(Sayfa 11-12)


ARKA KAPAK
Kafka Tamura on beş yaşına girdiği gün evden kaçar. Uzun zamandır planladığı bu kaçışın nedeni babasının yıllar önce dile getirdiği uğursuz kehanettir. Ama babasının bir “düzenek” gibi içine yerleştirdiği kehanet gölge gibipeşindedir… Kafka ilk kez aşkı ve tutkuyu yaşarken gizemli bir cinayetle kehanetin ve kaderinin düğümleri çözülmeye başlar.

Sahilde Kafka, XXI. yüzyıl edebiyatına damgasını vuran, kitapları bağımlılık yaratan kült yazar Haruki Murakami’den, hayatın yavan gerçekliğine karşı büyülü bir dünyanın kapılarını açan bir roman.


ÖZET
“Sahilde Kafka” pek çok kahramanın ancak ana iki kahramanın öyküsünü paralel anlatmakta ve bu karakterlerin yollarını dolaylı da olsa kesiştirmektedir. Romanda tek sayılı bölümlerde anlatılan birinci öykü, Kafka Tamura’nın on beşinci yaş gününde evden kaçmasıyla başlar.

“İki insanın kol ağzı sürtmüşse bir nedeni vardır.” (Sayfa 47)

Kafka Tamura onbeş yaşına geldiğinde babasının onun zihnine işlediği lanetten uzaklaşmak için evden kaçar. Ancak lanet tarafından adeta bir mıknatıs gibi çekilir. Dünyaca ünlü bir heykeltıraş olan babasının kehanetine göre, büyüdüğünde hem babasını öldürecek,annesi ve ablasıyla çiftleşecektir.  Annesi üvey ablasını da alarak henüz Kafka Tamura dört yaşındayken evi terk etmiştir. Kafka ikisini de hatırlamaz. Elinde sadece ablasının bir fotoğrafı vardır. Annesinin adını bile bilmez.


Çift sayılı bölümlerde ise, altmışlık Nakata’nın çocukluktan itibaren yaşam öyküsü anlatılır: İkinci Dünya Savaşı sırasında,Nakata bir çok çocuk gibi korunması amacı ile bir köye yerleştirilir. Henüz dokuz yaşındayken, Nakata ve sınıfındaki diğer öğrenciler, mantar toplamaya gittikleri tepede ne olduğu bilinmez bir saldırı sonucunda bayılırlar. Bu ne olduğu bir türlü anlaşılmayan, askeri kayıtlarda saklanan saldırı garip bir uykuya sebep olur. 


Öğretmenlerini ve değer yetişkinlere zarar vermeyen saldırı on altı çocuğun birkaç saat boyunca bilinçlerini yitirmelerine neden olur. Ancak diğerlerinin aksine Nakata, uyanamaz. Birkaç hafta süren garip bir koma halinde kalır. Askeri hastanede uyandığında, ne ailesini hatırlar ne de okuma yazmayı, oysa bu tuhaf olaydan önce sınıfın en akıllı öğrencisidir.


Nakata’nın zihnindeki her şey silinmiştir. Okumayı bile unutmuştur. Ancak nasıl olduysa, kedilerle konuşabilme yeteneği geliştirmiştir. Genç Kafka ile yaşlı Nakata’nın önceleri bağlantısız görünen ama sarmal ilerleyen hikâyeleri ortak bir buluşma noktasına doğru ilerler.

İki kahraman Japonya’nın Şikoku adasında Takamatsu’ya mıknatıs tarafından çekilen toplu iğne gibi, yol alırlar. Neden buraya geldiklerinin mantıklı bir açıklaması yok gibidir.

Yolculuklarında karşılarına yardımsever insanlar çıkar. Kafka önceleri otelde kalır. Bu sırada kütüphaneye gidip gelirken Oşima ile tanışır. Babasının öldürülmesi ve polisin kayıp Kafka’yı araması üzerine otelden ayrılır. Kalacak yeri yoktur. Önce Şikoku’ya yolculuk sırasında tanıştığı Sakura’nın evinde kalır. Ardından Oşima sayesinde hem kütüphanede işe girer hem de kütüphanenin misafir odasında kalır.
“Artık özgür olduğumu düşünüyordum. Gözlerimi kapatıp yalnızca ne kadar özgür olduğumu düşündüm. Oysa özgür olmanın ne anlam ifade ettiğini, henüz tam olarak anlayabilmiş değildim. Anlayabildiğim tek şey, artık yalnız olduğumdu. Yalnız ve bilmediğim bir yerde. Pusulasını ve haritasını kaybetmiş bir gezgin gibi. Özgür olmanın anlamı bu muydu acaba? Bunu bile tam olarak anlayabilmiş değilim. Bu düşünceleri kafamdan atmaya karar verdim.” (Sayfa 64)
Nakata’nın yol göstericisi ve yol arkadaşı ise yoksul çevrede büyümüş bir kamyon şoförüdür. Çok sevdiği dedesine benzettiği Nakata’ya yardım etmek, onunla yolculuğa çıkmak hayatının geldiği noktasında önem kazanır.
Nakata ve Kafka’nın yolu kütüphanenin yöneticisi ve aynı zamanda Kafka’nın annesi ile nasıl kesişecektir…
DEVAMI KİTABIMIZDA…


KİTAPTAN NOTLAR

Kumandanı Öldürmek, benim okuduğum ilk Haruki Murakami kitabı oldu. Yazarın kitaplarını sondan başlayarak okumaya başlamış oldum. Sahilde Kafka İle Kumandanı Öldürmek’i kıyaslayacak olursak, kitaplar arasında metaforik anlamda pek çok benzerliğin olduğunu söyleyebiliriz. Kumandanı Öldürmek’te kitaba adını veren bir tablo varken, Sahilde Kafka’da kitaba adını veren bir plak ve ona konu olan bir tablo bulunmaktadır.

“Goethe’nin dediği gibi, dünyadaki her şey metaforlardan ibarettir.” (Sayfa 150)

Her iki kitapta da anne- baba kısacası ebeveyn- çocuk ilişkileri mesafeli hatta özellikle baba figürü, soğuk, sevgiden uzak hatta tehditkârdır. Sahilde Kafka’da Oedipus’a yapılan gönderme baba- oğul ilişkisinin boyutunu gözler önüne sermektedir.


Kumandanı Öldürmek bana Strauss’un Güllü Şövalye’sini kazandırmıştı. Bu kitap boyunca da Beethoven’in Arşidük Üçlüsü’nü dinledim. Yazarın rafine müzik zevkine de hayran kaldım doğrusu. Kitabı okuyacak olan kitap dostlarına müzikler de tavsiye edilir.

“Sorumluluk rüyalarda başlar !!!” (Sayfa 187)

Kitap boyunca pek çok karakteri sevsem de; Karga’nın yeri ayrı oldu benim için. Kafka Tamura’ya yol gösteren, onu uyaran Karga herkese lazım bir içses bence. Bu arada Franz Kafka sever bir okur olarak, Kafka’nın “karga” çekçe Karga anlamına geldiğini okumuştum yazara dair yazılarda. Kitapta da aynı ayrıntının geçmesi hoş bir tesadüf oldu. Ayrıca yazarın 2006 Sahilde Kafka ile Franz Kafka Ödülü’nü ve World Fantasy Ödülünü aldığını da söylemeden geçemeyeceğim. Bir de Franz Kafka’nın babası ile ilişkisinin, romandaki Kafka’nın babası ile benzerliğinden yola çıkacak olursak yazarın on beş yaşındaki delikanlı ile Franz Kafka arasında bağ mı kurduğunu merak etmekteyim.


Kumandanı Öldürmek’de baş karakter Ressam ile, karısı Yuzu ikisinin ortak gördüğü ima edilen rüyada birlikte oluyorlar. Sahilde Kafka’da ise; Kafka Tamura lanette olduğu gibi, ablası Sakura ve annesi Saeki ile yine rüyasında birlikte olur. Annesi ile gerçekten de birlikte olur sonraları. Bu iki sahne de yazar kendini tekrarlamış gibi geldi bana. Bunun dışında başka benzerlik ve tekrarlar da var elbette.

“İnsan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla aşık olur. O yüzden de, aşık olduğu insanı düşünürken, kişisine göre değişmekle birlikte az ya da çok hüzünlenir.” (Sayfa 415)

Kitapta yukarıdaki yorumumdan da anlaşılacağı üzere pek çok cinsel içerikli sahne mevcut. Bu sahneler Kumandanı Öldürmek’te de bolca bulunmaktaydı. Bu tarz sahneler kurguya hizmet ettiği süreçte kullanılabilir ancak Albay Sanders’in işlevleri işler hale getirmek için Hoşino’ya verdiği bir tür rüşvet olan escort kız ile Hoşino’nun sahneleri gereksiz geldi. Bana zaten Hoşino o rüşvet olmasa da Nakata’ya yardım edecekti. 

“Mutluluğun tek bir türü vardır, ama mutsuzluk bin bir şekilde ve büyüklükte gelebilir. Tolstoy'un dediği gibi: 'Mutluluk masal, mutsuzluk ise öyküdür.”(Sayfa 225)

Romanın ilerleyen bölümlerinde Tamura’nın kaldığı dağ kulübesini çevreleyen ormanda karşılaştığı ve ona yol gösteren II.Dünya Savaşı ölmeye ya da öldürmeye katlanamadıkları için zamanın dışına çıkan iki imparatorluk askeri ile karşılaşır. Bu askerler ormanda kayboldukları yaşta ve görünümdedir. Paralel evrenin kapısında beklerler. Ancak Tamura bu askerlerle karşılaşacağını bilir gibidir. Ve bu olaya hiç şaşırmaz. Sanırım Büyülü Gerçekliğin en güzel tarafı bu. Olağanüstü olayları olağan anlatma becerisi. Bu ksım da kitapta sevdiğim kısımlardan oldu. Ayrıca bu kısımda ormanda işaretler bırakan Tamura bana Hansel ve Gratel masalını hatırlattı.




“Yanlışı kendiliğinden kabul edebilme cesaretin varsa, geri dönebilirsin.” (Sayfa 258)

Kafka dışında Tolstoy, Charles Dickens, Çehov, Shakespeare da kitapta satır aralarında yerlerini alan yazarlar.
Ancak kitabın kahraman kadrosu içinde gereksiz olduğunu düşündüklerim de oldu. Kütüphaneye gelen feministler, Nakata’yı taşıyan farklı kişiler, bazı kediler… Acaba bu karakterlerden bu denli bahsedildikten sonra bir yere bağlanacak mı derken; yok olup gittiler. Oşima’nın cinsel tercihini öğrenmemiz için Feminist kadınlara ihtiyaç yoktu.


Önceki kitapta ücretli poşet gözüme çarpmıştı. Burada da köprü olayı ilgimi çekti ve bizdeki duruma benzettim. Alıtılyı paylaşmadan edemeyeceğim.

“O köprünün yapımı için çok fazla zaman ve çok para harcandı. Gazetelere bakılırsa, köprü ve otobanı işleten konsorsiyum, yılda 100 milyar yen zarar ediyormuş. Bunun büyük bir kısmı bizim ödediğimiz vergilerden karşılanıyor.” (Sayfa 523)

Nakata çocuk olduğu ve II. Dünya Savaşı esnasında geçen olay. Kitabın ilginç ayrıntılarından. Bu olay sezdirilse de tam açıklığa kavuşmuş değil. Ben kitabın sonunda Nakata’nın gölgesine ve unutmuş olduklarına kavuşmasını beklerken; ölümüyle hayal kırıklığına uğradım.
Kitap ile ilgili değinmek istediğim diğer bir nokta da; tamamlanmamışlık duygusu oldu. Bu durumu daha önce Komutanı Öldürmek’te de yaşamıştım. Nakata neden akılsızlaşmıştır?Neden gölgesi yok oldu ve geri gelmedi?Neden Kafka Tamura’nın babası böylesine bir kehanette bulunuyor?Saeki Hanım Kafka Tamura’yı bırakıp, üvey kızı ile gitmiştir?
Neden gökyüzünden istavrit, sardalye ve sülük yağar?
Kafka Tamura’nın önüne neden bir tane de kötü biri çıkmaz?
Albay Sanders, Johnny Walker tam olarak neyi simgelemektedir?
Nakata neden Sahilde Kafka resminin içindedir?....


Sanıyorum yazarın tarzı okuyucuyu soru işaretleri ile bırakmak. Bir de kitabı olduğu gibi kabullenip okumak, olağanüstülükleri okumak keyifli. Ancak metaforlar acaba ne anlama geliyor diye düşünerek okumak yorucu bir hal alabilir. Ama İhsan Oktay Anar’dan alışık olduğum  bu tarzı sevdiğimden benim için keyifli oldu diyebilirim.

“İnsan kaderini değil kader insanı seçer.” (Sayfa 281)

Aslında kitabın adı ve Kafka'nın Çekçe "Karga" olmasının yanında kitapta fazlaca yer almıyor. Ancak yine de kitap ile Kafka'yı görsel olarak bir araya getirmeyi uygun buldum. Fotoğraflar okuyucularımı yanlış yönlendirsin istemiyorum. 

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE…

Not: Etiketli görseller dışındaki görseller ALINTIDIR.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...