19 Kasım 2017 Pazar

EMİLY BRONTË - UĞULTULU TEPELER

MERHABALAR;

İngiliz Edebiyatı'nın önemli isimlerinden Brontë Kız Kardeşler'den Emily Brontë'nin tek romanı  Uğultulu Tepeler'i paylaşmak istiyorum sizlerle... 


EMİLY BRONTË'nin portresi... 


ARKA KAPAK
Bütün dünya onun bir zamanlar yaşadığının, benim de onu kaybettiğimin korkunç hatıralarıyla dolu sanki!” 


ÖZET

Yıl 1801. Bay Lockwood, zengin bir insandır şehrin kalabalığından bıkıp ıssız bir kasabada kafasını dinlemek ister ve bir yıllığına Yorkshire'ın uzak bir köşesindeki Thrushcross Grange’yi kiralar. Buraları çok güzel diye düşünür. Beşerden uzak kalmak isteyen birinin arayıp da bulamayacağı bir yerdir onun için. Bay Heathclif, Bay Lockwood’un ev sahibidir. Soğukkanlı, asık suratlı sakin tabiatlı bir adamdır. Uğultulu Tepeler’deki Malikânenin de sahibidir. Malikâne adını Kuzey rüzgârlarından almaktadır. Malikane iklim göz önünde bulundurularak yapılmıştır. Bay Lockwood, ana giriş kapısının üzerinde “1500 yazısı ile “Hareton Earnshaw” adını görür. Evin tarihini merak etse de ev sahibine sormaya cesaret edemez.

Bay Lockwood Bay Heathcliff ile şarap içer, sohbet ederler. Bay Lockwood ertesi gün yine Uğultulu Tepeler’e gitmek için yola çıkar. Ama tipiye yakalanır. Uğultulu Tepeler’e ulaştığında kimse sesini duymaz. Artık umudu kesmişken; sonradan adının Hareton Earnshaw olduğunu öğrendiği delikanlı gelir onu, oturma odasına alır. Orda bir de genç bayan vardır. Evin hanımı diye düşünür. Konuşmak istese de pek ilgi göremez. Bay Heathcliff sahibi gelince yemeğe otururlar. Yemekte evin hanımı diye düşündüğü kişinin Bay Heathclif’in gelini olduğunu öğrenir. Ölmüş oğlunun eşi Cathy’dir. Hareton Earnshaw evin asıl sahibi olması gerekirken  Heathclif tarafından evin yanaşması haline gelmiştir. Tipi nedeniyle eve dönemeyince; Uğultulu Tepeler’de mecburi bir gece misafirlik geçirir. Ev sahibi de onu evinde misafir etme konusunda isteksizdir. Ertesi gün Malikanesine geri döner. Yanında çalışan kahya kadın Nelly’den onlar hakkında bilgi edinmek ister. Kahya kadında bildiği her şeyi kendisine anlatır. Böylece Pandora’nın kutusu açılır. 


“1801. Ev sahibimi – sonradan epey canımı sıkacak şu münzevi komşumu- ziyaretten şimdi döndüm. Hakikaten istisnai bir mekândayım. Bütün İngiltere’de beşerin telaşesinden, vesvesesinden uzak başka bir mevkii bulma şansımın olduğunu da sanmam. Beşer sevmezlerin cenneti burası ve dahası Bay Heathcliff’le yalnızlığımızı pay edecek öyle uygun bir çift oluyoruz ki! Esaslı bir adam bu Bay Heathcliff! İlk karşılaşmamızda kaşlarının altındaki o kara gözlerinde beliren şüpheye ve atımın terkindeyken adımı zikretmem üzerine parmaklarını yeleğinin ceplerine sokup kibirli edayla bana karşı siper alışına kanımın kaynadığını eminim pek hissetmedi” (Kitaba başlarken; Sayfa 5)

Uğultulu Tepeler Malikanesi’nin sahibi Bay Earnshaw, Liverpool gezisinden beraberinde 6 yaşlarında bir çocuk ile döner. Çocuk kimsesizdir, çingene gibi de esmerdir. Çocuk adını da bilmediğinden Bay Earnshaw, çocuğa, Heathcliff adını takar. Çocuğun soyadı da yoktur. Niyeti bu çocuğu oğlu Hindley ve kızı Catherine ile birlikte, kendi çocuğuymuş gibi büyütmektir. Küçük kızı Catherine ile Heathcliff birbirlerini hemen severler. Ancak Hindley eve gelen bu çocuktan pek hoşlanmaz, ve babasının o gösterdiği ilgiyi de çok kıskanır.

“ Varlığımın tamamı, burada şu halimden ibaret olsaydı yaratılmamın ne anlamı olurdu ki? Benim bu dünyadaki kederlerim Heathcliff’in de kederleri oldu. Bunu en başından beri gördüm, yaşadım. Ve yaşıyorsam eğer, ben onda yaşıyorum. Her şey yok olup kaybolsa, geriye sade bir o kalsa, ben de var olmaya devam ederdim. Ama her şey yerinde kaldığı halde sadece o yok olsa, bu koca evren başıma yıkılır, varlığımı sürdüremezdim. Linton’a olan aşkım ağaçların yapraklarına benziyor. Kışın gelip ağaçalrı değiştirmesi misali, zamanın da bu aşkı değiştireceğini biliyorum. Ama Heatcliff’ e olan aşkım toprağın altındaki kayalar gibi… pek göremediğimiz ama gerekli olduğunu bildiğimiz kayalar…” (Sayfa 102)

Babaları öldükten sonra malikânenin yönetimi Hindley’e kalınca da; Catherine’nin ayyaş ve kötü bir delikanlı olan ağabeyi Hindley, Heathcliff’e eziyet eder, sıradan bir uşakmış gibi davranır ona. Bu esnada artık Catherine genç ve güzel bir genç kıza dönüşmüştür. Bu esnada Thrushcross Grange’de yaşayan Bay Linton ve kız kardeşi ile İsabella ile de arkadaşlık kurmuştur. Bay Linton’un Catherine’e olan ilgisi ile Heathcliff’in aşkı ve arkadaşlığı arasında kalır Catherine. Her ne kadar Catherine de Heathcliff’i sevse de onun gibi biriyle evlenmesinin kendisini küçük düşüreceği fikrinden etkilenmektedir. Kahya kadın Nelly’ye bu düşüncelerini anlattığı esnada Heathcliff Catherine’in konuşmalarını duyar ve Wuthering Heights’tan kaçar. Üç yıl ortadan yok olur. Bu esnada Catherine bay Linton ile evlenir. Heathcliff de üç yıl sonra varlıklı bir adam olarak geri döner. 


Âşık olduğu karısını doğumdan kısa süre sonra kaybeden; tamamen ayyaş bir adama dönen Hindley, oğlu Hareton ve uşak Joseph’in yaşadığı Uğultulu Tepeler’de Hindley’in kiracısı olur. Heathcliff her iki aileden de intikam alamaya yeminlidir.  Catherine ile Heathcliff karşılaşınca aralarındaki tutku yeniden başlar. Heathcliff sırf Edgar Linton’a kötülük olsun diye, onun kardeşi İsabella ile kaçarak evlenir. İsabella’ya kaçırdığı ve evlendiği andan itibaren eziyet eder. İsabella çok geçmeden kaçar ve dayısının adı verilen doğuştan zayıf bünyeli marazlı bir oğlu olur. Catherine kendi adını taşıyan kızını doğurduktan hemen sonra ölür. 

En az arandığında en çok bulunan şeylerden birisin. Ama arandığında da bulunmazsın!” (Sayfa 159)

Heathcliff, kumar ve içki borçlarını ödemeye karşılık Hindley’in elinden malikaneyi alır. Catherine ölse de intikam ateşi sönecek gibi değildir. Annesinin ölümü üzerine dayı Linton tarafından Thrushcross Grange’ye getirilen oğlunu hemen ertesi gün kendi yanına alır. Hasta ve bakıma ihtiyaç duyan delikanlıya da eziyet eder ve bakımı ile hiç ilgilenmez. Tek amacı bu marazlı çocuk kanalı ile Thrushcross Grange’ye el koymaktır. Ama o her zaman daha fazlasını ister. 

“Ölüleri yaşıyormuş gibi düşünürsek, onlardan geriye kalan her şey kıymetlidir.” (Sayfa 168)

Sırf kötülük etmek amacıyla kendi oğlunu, Edgar Linton’un ve Catherine’nin kızı Cathy ile zorla evlendirir. Edgar Linton ve ardından çok geçmeden de yeğeni Linton ölünce de amacına ulaşır.Earnshaw ile Linton ailelerinin malına mülküne, yani Wuthering Heights ile Trushcross Grange’e el koymanında yolunu bulur. Kendisine yapılan eziyetlerinin hıncını almak için, Hindley Earnshaw’a da, oğlu Hareton’a da bir köpek muamelesi yapar. Ama ruhu bir türlü huzur bulmaz. Çok geçmeden beklenmedik biçimde Heathcliff de ölür. Sonunda gencecikken dul kalan Cathy ile Hareton evlenir.

“Catherine'le ilgili olmayan ne var ki zaten? Onu anımsatmayan ne var ki? Başımı eğip şu zemine baksam, taşların üstünde yüzünü görüyorum! Her bir bulutta, her bir ağaçta onu görüyorum… Geceleri havayı o dolduruyor, nefesim o oluyor. Gündüzleri baktığım her şeyde gözüme o görünüyor. Onun hayali her yanı sarmış halde! Sıradan insanların yüzleri kadın ya da erkek, hatta kendi yüzüm bile onunkine benziyormuş gibi geliyor. Bütün dünya onun bir zamanlar yaşadığının, benim de onu kaybettiğimin korkunç hatıralarıyla dolu sanki!” (Sayfa 407)


KİTAPTAN NOTLAR
Öncelikle kitabın fiziki görüntüsü ile başlamak istiyorum. Kitap Yabancı Yayınları tarafından 2017 yılında ilk defa ve ciltli olarak basılmış. Ciltli kapağın üstünde bir de kuşe kâğıt kapak bulunmakta. Kitabın her iki kapağı da son derece şık hazırlanmış. Doğrusu hemen dikkatimi çekti. Daha önce herhangi bir yayınını okumadığım için yayın evi ile ilgili tereddütler yaşasam da hiç dizgi hatasına ve imla hatasına rastlamadım. İç kapak da dış kapak ile aynı renkte güzel hazırlanmış. Kullanılan kâğıt ve yazı karakteri de beni yormadı doğrusu.

Gelelim kitabımıza. Uğultulu Tepeler veya özgün adıyla Wuthering Heights, Emily Brontë’nin tek romanı. İlk kez 1847 yılında Ellis Bell mahlası ile yayımlanmıştır. Emily vefat ettikten sonra kız kardeşi Charlotte eseri yayıma hazırlayıp, Emily’nin gerçek ismi ile eserin ikinci bir baskısını yayımlamıştır. Eserin ismi konu aldığı hikâyenin merkezî figürlerinden olan bir malikâneden gelmektedir.Bugün İngiliz edebiyatının klasiklerinden sayılan roman ilk yayımlandığında hem olumlu hem de olumsuz tepkilerle karşılaşmıştır. İç içe geçen yenilikçi yapısı karışık tepkiler almıştır. Her ne kadar ilk başlarda Charlotte Brontë’nin Jane Eyre isimli eseri Brontë kız kardeşlerin çıkarttığı en iyi çalışma olarak tanınmış olsa da, sonradan gelen eleştirmenlerin çoğu Uğultulu Tepeler’in özgünlüğü ve başarısının onu Brontë kız kardeşler tarafından çıkarılmış en iyi eser yaptığını öne sürmüşlerdir. (Wikipedia’dan)

Romanda,  Heathcliff karakterinin sevdiği kız olan Cathy’den intikam almasını sağlarken aşkın nefrete dönüşümünü ve nefretin bazen aşktan da güçlü olabildiği vurgusu yapılmaktadır. Heathcliff’in uzaklara gidip, üç yıl sonra dönmesinden bahsedilirken; acaba bir “Monte Cristo Kontu” hikayesi mi geliyor derken; karşıma daha acımasız ve öfkeli bir intikamcı çıktı. Çoğu eserde intikam alan karakterlere sempati duysam da nedense Heathcliff’i sevemedim bir türlü. Yazarın oluşturduğu karakteri ayrıntılarla inşa etmesi çok güzel olmasına rağmen dinmek bilmez öfkesi ve bu öfkesinin suçlu suçsuz herkese –hatta öz oğluna, hayvanlara bile- yönelmesi beni rahatsız etti.Bu arada Heathcliff’in gerçek ailesi ve ortadan kaybolduğu zamanlarda nerede olduğu, nasıl zengin olduğu romanda cevabı olmayan sorulardan.

Romana başlarken; var olan karakterlerden büyük çoğunluğu yaşlanmadan vefat ederken Kahya kadın ve Uşak Joseph yaşlanana kadar yaşamayı başaranlardan. Malikâneler gibi onlar da aileye miras yoluyla babadan oğla geçer gibiler.  

Heathcliff de Catherine de lanetli gibiler. Onlara dokunan felaket yaşıyor gibi. Etraflarından yaşamayı başaran az gibi. Yazarın hastalığı ve ölüm korusu acaba roman böyle mi yansımış diye düşünmeden alıkoyamadım kendimi.

Sonuç olarak akıcı bir dille anlatılmış bir klasik roman olduğunu düşünmekle beraber, Heathcliff’in dinmeyen öfkesi ve affetmeyen kalbi beni rahatsız etti. Roman boyunca içimi acıtan iki öksüz tabi ki özellikle de Hareton’un hak ettiği biçimde yaşamasına ve hak ettiği gibi evin sahibi olmasına sevindim.  

4 Eylül 2017 Pazartesi

FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ - SUÇ VE CEZA

MERHABALAR,

Kitap blogumu uzun zamandır ihmal ediyorum. Okuduğum, altını çizdiğim satırlar bir bir artarken, bilgisayar başına oturup, okuduklarımı toparlama isteğim o kadar azaldı nedense.... Geçtiğimiz yıldan bu yana klasikler gençlikte, orta yaşta ve yaşlılıkta okunmalı düsturundan hareketle orta yaş okumalarına başladım. Üniversite yıllarında aldığım pek çok klasiği İletişim Yayınlarının Klasikleri ile değiştirmeye başladım. Oblomov, Savaş ve Barış bekleyedursun Suç ve Ceza'yı bekletmeden tekrar okuyayım istedim. 

Üniversite yıllarımda tanıştığım Raskonikov'la yeniden yüzleşmek son derece keyifliydi. Raskolnikov, satırlar arsında beklerken ben ne çok yol kat etmişim diye düşündüm. Dünya edebiyatının ölümsüz karakteri gençlik telaşı ile değerlendirmenin yanında, şimdiki bakış açımla değerlendirmek bana iyi geldi. 

Daha önceki yazılarımda ayrıntılı özetler vermiştim. Hatta sıkça da bu konuda eleştirilmiştim. Bu defa kitaptan "Alıntılar" ile yetinip, kitaptan notlarıma yer vereceğim. Zira Kitaptaki ruhsal derinliği özet ile veremeyeceğim kanaatindeyim. 
ARKA KAPAK
Düştüğü yoksulluk çıkmazında toplum kurallarının bağından kurtulduğuna inanan bir gencin hikâyesini anlatan Suç ve Ceza ahlâkın anlamını sorgular.
Dostoyevski’nin yazın hayatının olgunluk döneminde kaleme aldığı Suç ve Ceza, Raskolnikov adlı gencin ahlâki hesaplaşması üzerinde yükselir: Raskolnikov öldürmeyi planladığı tefeciden aldığı parayı hayırlı bir amaç için kullanırsa, işlediği suçun doğasını kalıcı biçimde değiştirebilir mi? Hırsızlık ve cinayet gibi suçlar, “yüce amaç”larla işlenmesi durumunda cezasız kalabilir ve vicdanın yükünden kurtulabilir mi? Dostoyevski’nin en çok okunan romanı olan Suç ve Ceza, yayımlandığı günden bu yana insan ideallerini ahlâki ve felsefi sorularla sınamaya devam ediyor.
“Aşkı ilk defa yaşamak gibi, denizi ilk defa görmek gibi, Dostoyevski’yi keşfetmek de insanın hayatında önemli bir tarihtir.” 
JORGE LUIS BORGES

“İnsanoğlunun kurtarıcısı olabilirdi. O, gardiyanı olmayı seçti.”
SIGMUND FREUD 

 
ALINTILAR
“Temmuz başlarında, çok sıcak bir yaz günü akşamüzeri bir genç, dar S…… Sokağı’nda kirada oturduğu hücreyi andıran odasından çıktı. Sokakta kararsız, ağır adımlarla K…… Köprüsü’ne doğru yürümeye başladı.” (Suç ve Ceza’ya Başlarken… S. 35)


“Kimi zaman hiç tanımadığımız bir insanla karşılaşırız, ilk bakışta içimizde bir ilgi duyarız ona karşı. Tek sözcük konuşmadan, bir anda olur bu.” (S. 44)

“… yoksulluk ayıp değildir biliyorum. İçkiye düşkünlüğün bir erdem olmadığını da biliyorum. Gelgelelim sefalet ayıptır efendim, ayıptır… Doğuştan olan duygularınızın soyluluğunu yoksullukta koruyabilirsiniz. Ama sefalette hiç kimse hiçbir zaman başaramaz bunu… Sefalette, daha bir gurur kırıcı olsun diye insanların arasından sopayla kovalamazlar sizi de süpürgeyle süpürür atarlar.” (S. 46)
“Sağlıksız ruhsal durumlarda düşler çoğu zaman olağanüstü bir belirginlikle, parlaklıkla, aşırı bir benzerlikle gerçeği andırırlar. Kimi zaman olağanüstü bir tablo oluşur. Ama ortam, olaylar öylesine inandırıcıdır, öylesine ayrıntılı, öylesine beklenmediktir, tablonun sanatsal yapısının ayrıntılarıyla öylesine uyumludur ki, bu düşü gören Puşkin ya da Turgenyev gibi bir sanatçı bile olsa, ayıkken böylesine şeyleri düşünmesi olanaksızdır. Hastalıklı düşlerdir bunlar. Uzun süre akıldan çıkmazlar, insanın altüst olmuş, zaten bozulmuş organizması üzerinde derin izler bırakırlar.” (S. 89)
Öte yanda, parasızlıktan boş yere yok olup giden genç, ışıl ışıl insanlar... Her yerde böyle bu! Kocakarının manastıra bırakacağı parayla girişilebilecek, düzeltilebilecek yüzlerce, binlerce iş... Yaşamları yoluna girecek yüzlerce, binlerce insan; yoksulluktan, çürümüşlükten, yok olmaktan, ahlak bozukluğundan, cinsel hastalıklar yüzünden hastanelere düşmekten kurtulacak onlarca aile... Bütün bunlar o kocakarının parasıyla olacak… Öldür onu, al paralarını git insanların yararına kullan… Ne dersin, binlerce hayırlı iş küçücük bir cinayeti bağışlatmaz mı? Binlerce yaşamın yok olmaktan, çürümüşlükten kurtulmasına karşılık bir yaşam… Bir ölüme karşılık yüz yeniden doğuş… Hesap var burada! Ayrıca toplumsal dengede bu veremli, aptal, acımasız kocakarının yaşamının ne anlamı olabilir ki? Bir bitin ya da hamam böceğinin yaşamından fazlası olamaz. O kadar bile değildir, çünkü topluma zararı vardır kocakarının. İnsanların yaşamına zararı var:” (S. 101)
“ Dürüst, duygulu bir insan içini döker, işbilir adam dinler, zamanı gelince de öğrendiklerini çıkarına kullanır.” (S. 163)

“…ölüm cezasına çarptırılmış biri sehpaya çıkmadan bir saat önce şöyle söylüyor, ya da düşünüyordu: “Yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde ancak iki ayağımı koyabileceğim kadar daracık bir yerde yaşayacak olsaydım, dört bir yanım uçurumlarla, okyanuslarla çevrili olsaydı, fırtınalar, zifiri karanlık olsaydı her yanım, kimsecikler olmasaydı yanımda, o daracık yerde öylece bir ömür, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamak isterdim… Evet, şimdi ölmektense, öyle yaşamak isterdim! Yaşayabilsem, yalnızca yaşayabilsem, yaşayabilsem! Nasıl olursa olsun, yaşasam!..” Ne yaman bir gerçek! Tanrım, ne yüce bir gerçek bu! Ne alçak bir yaratık şu insanoğlu! (Aradan bir dakika geçtikten sonra ekledi) Bu nedenle ona alçak diyen de alçaktır! (S.200-201)


“Kapılarını kilitlemelerini gerektirecek bir şeyleri olmayan insanlar ne mutludurlar, değil mi?” (S.294)

“Svidrigaylov başını hafifçe önüne eğdi, başka yana bakarak kendi kendine konuşuyormuş gibi,
-Böyle durumlarda (hayal görme durumlarında) genelde ne derler insana diye mırıldandı Svidrigaylov. Şöyle derler: ‘Hastasın sen. Sana öyle geliyor. Aslında yok öyle bir şey. Aslında mantığın kabul edeceği bir şey değil kuşkusuz. Bu tür hayallerin yalnızca hastalara göründüğünü ben de biliyorum. Ama bu, hayallerin yalnızca hastalara göründüğünü gösterir, yoksa görülen hayallerin (halusinasyonların) gerçek olmadığı anlamına gelmez.
Raskolnikov sinirli,
-Elbette yoktur dedi.
Svidrigaylov başını yavaşça çevirip baktı Raskolnikov’a.
-Yok mudur? Öyle mi düşünüyorsunuz? Böyle düşünecek olursak: ‘Hayalet dediklerimiz başka dünyaların parçaları, orda yaşayan yaratıklar, o dünyaların başlangıcıdır diye düşünsek… Sağlıklı insanların onları görmelerine hiç gerek yoktur, çünkü sağlıklı insan daha çok bu dünyanın insanıdır, dolayısıyla bu dünyadaki yaşamın tam olması, düzenin bozulmaması için bu dünyanın yaşamını yaşamalıdırlar. Ama sağlığı birazcık bozulacak olursa, organizmasında bu dünyanın olan yaşam düzeni birazcık bozulursa hemen başka bir dünyanın yaşam belirtileri kendini göstermeye başlar. Hastalığı ne ölçüde ilerlerse öteki dünyaya yakınlığı da o ölçüde artar. Öldüğü zaman da bütünüyle öteki dünyaya geçer.” ( S. 345)



“Her şeyde, aşılması tehlikeli olan bir sınır vardır. O sınır bir kez aşıldı mı, bir daha geri dönüşü yoktur.” ( S. 358)


“-Başkaca bir nedeni kabul etmiyorlar! Saçmaladığım falan da yok benim!.. Onların kitaplarını göstereceğim sana. Her şeyi “toplumdaki bozukluklara” bağlıyorlar. Başka bir şey yok onlara göre! En çok sevdikleri deyim de budur! Buradan da şu sonucu çıkarıyorlar: Toplumdaki bozukluklar düzeltilirse protesto edilecek bir şey kalmayacağı için her türlü suç da bir anda kalkacaktır ortadan, herkes dürüst olacaktır. Doğa hiç hesaba katılmıyor... İnsanın doğası dışlanıyor. Yok sayılıyor doğa! Onlara göre tarih boyunca doğal bir süreç içinde gelişen, sonunda kendi düzenini kendi kuran bir toplum değildir asıl olan... Tam tersine, yalnızca matematik çalışmış bir kafadan çıkma, tarihsel, doğal bir süreçten geçmeden toplumu hemencecik düzene sokuveren, insanları bir anda dürüst, kusursuz yapıveren bir düşüncedir savundukları! Tarihi, içgüdüsel olarak sevmemelerinin nedeni de budur işte: “Rezaletten, saçmalıklardan başka bir şey yoktur tarihte.” Saçmalıklarla açıklarlar tarihteki her şeyi. Yaşamın doğal gelişimini de bu yüzden sevmezler: Nemize gerek bizim yaşayan insan! Canlılık ister yaşayan insan, mekanik yasalara boyun eğmez, kuşkucudur, gericidir! Bir ölü kokusu bile olsa burada, kauçuktan da yapılabilir aynı şey. Canlı olmayan, iradesiz, baş kaldırmayan bir köle... Sonunda her şeyi getirip yalnızca bir tuğla istifine, falansterlerde koridorların, odalann yerleştirilmesine bağlıyorlar! Evet, falanster hazır ama, falanster için doğanız henüz hazır değil. Yaşamak istiyor falansteriniz, yaşam sürecini tamamlamadı daha... mezara girmesine çok var! Yalnızca kuru bir mantıkla aşamazsınız doğayı! Mantık üç beş olayı çözebilir ancak, oysa doğada milyonlarcası var... Bütün bu milyonlarca olayı koparıp atmak, her şeyi yalnızca rahatlık, sorunsuzluk düşüncesine bağlamak! Sorunun en kolay çözümüdür bu! Ne kolay değil mi? Kafa patlatmaya gerek yok! Asıl önemli olan da kafa patlatmamaktır zaten! Yaşamın tüm gizi iki sayfaya sığar o zaman!” (S.309)


“İlk çağlardakilerden başlayıp Lycurgus'la, Solon'la, Muhammet'le, Napoleon'la vb. devam edersek, insanlığın yasa koyucularının, düzen getiricilerinin hepsi birer suçluydu. Hiç değilse, yeni bir yasa getirirken, o güne dek toplumun kutsal bildiği, atalardan kalma yasaları değiştirdikleri için suçluydular. Kuşkusuz, kendilerine bir yararı olacaksa (kimi zaman eski yasalara sadık kalmaktan başka suçu olmayan suçsuz insanların kahramanca döktükleri) kan bile durduramamıştır onları. Asıl ilginç olan da insanlığın her şeyini borçlu olduğu bu yüce kişilerin, bu düzen kurucuların büyük çoğunluğunun gerçekte acımasız birer kan dökücü olmalarıdır. Sözün kısası, buradan şu sonucu çıkarıyorum: Değil büyük insanlar, toplumda çok az, sürüden ayrılan, yani söyleyecek çok küçük de olsa bir şeyi bile olan insanların tümü, yaradılışları gereği, (kuşkusuz, az ya da çok), kesinlikle birer suçlu olmak zorundadır. Yoksa sürüden ayrılmaları çok güç olur. Sürüde kalmaya, gene yaradılışları gereği, razı olamazlar kuşkusuz. Bana sorarsanız razı olmamaları da gerekir.” (S.313)

 “Ana düşüncemin özü de şudur: Doğanın yasaları gereği insanlar genelde iki gruba ayrılırlar: Aşağı sınıf (olağan olanlar) ki böylelerinin görevi yalnızca kendileri gibi yaratıkların üremesinde hammadde görevi yapmaktır; bir de bulundukları ortamda söyleyecek yeni birşeyleri olan yetenekli, üstün insanlar... Kuşkusuz, burada birçok da alt bölümler söz konusudur. Ama bu iki grubu birbirinden ayıran çizgiler oldukça keskindir: Birinci grup, yani hammadde olan insanlar genel söyleyecek olursak, yaradılıştan tutucudurlar, uysaldırlar, her şeye boyun eğerek yaşayıp giderler, söz dinlemeyi severler. Bence bu tür insanlar söz dinlemek zorundadırlar da, çünkü bu onların yaradılış nedenidir. Bunda onları küçük düşürücü bir yan da yoktur. İkinci gruba gelince, sürekli yasaların sınırlarını zorlarlar böyleleri. Yetenekleri ölçüsünde yıkıcıdırlar, ya da buna yatkındırlar. Bu tür insanların suçları görecedir kuşkusuz, ayrıca çok çeşitlidir. Hayli değişik söylemlerle, daha iyi bir düzen adına günün düzeninin yıkılmasını savunurlar. Ama düşüncelerini gerçekleştirmek için cesetler üzerinden, kan gölleri üzerinden atlamaları gerekse bile, bence, ruhunun derinliklerinde, vicdanlarında bu kan gölünün üzerinden atlamaya izin verebilirler kendilerine. Ama şurasını da unutmamak gerekir kuşkusuz, düşüncelerinin büyüklüğüne bağlı bir şeydir bu. ... Ancak, pek de öyle endişelenecek bir şey de yoktur burada: Sürü hemen hiçbir zaman onlara bu hakkı tanımaz, (azını ya da çoğunu) katleder, olmazsa asar. Böylece tam anlamıyla haklı olarak, kendi tutucu görevini yerine getirmiş olur. Öte yandan, sonraki kuşaklarda sürü bu kez atalarının katlettiği, astığı bu kişilerin (azının ya da çoğunun) anıtlarını diker, önünde saygıyla eğilir. Birinci grup her zaman için bugünün efendisidir, ikinci grup ise geleceğin efendisi. Birinci grup dünyayı korur, dünyada insanların çoğalmasını sağlar, ikinci grup ise dünyayı harekete geçirir, amacına doğru götürür. Birinci grubun da ikinci grubun da var olmaya eşit hakları vardır. Sözün kısası, benim için ikisinin de hakları eşittir ve... vive la guerre éternelle (yaşasın sonsuz savaş) ... Kuşkusuz yeni bir Kudüs'e kadar ! (S.314) 

Ve.... Raskonikov'un başrol olduğu sahneler elbette unutulmazdır. Hatta nette bu sahneler ile ilgili pek çok çizim bulunmakta. Özellikle odasının çizimleri ve balta ile öldürme sahnelerinin çizimleri içinde son derece etkileyici olanlar da var. Kitapta beni etkileyen sahnelerden birini paylaşmak istiyorum sizlerle... Başrol Dunya ve Svidrigaylov'un....

““Tabancasını attı!” diye bağırdı, derin bir soluk aldı. Birden yüreğinden bir ağırlık kalkmış gibi oldu. Ancak bu, ölüm korkusunun yarattığı bir ağırlık değildi, zaten onun şu anda ölüm korkusu duyduğu söylenemezdi. Bu, bütünüyle kendisinin de belirleyemediği daha başka, acı verici, karanlık bir duygudan kurtuluştu. Dunya'ya yaklaştı, kolunu yavaşça beline doladı. Dunya karşı koymadı, ama yaprak gibi titriyor, yalvaran gözlerle ona bakıyordu. Svidrigaylov bir şeyler söylemek istedi, dudakları kıvrıldı, ama konuşamıyordu.

Dunya yalvarırcasına:

“Bırak beni!” dedi.

Svidrigaylov titredi, bu senli seslenişte deminkilere benzemeyen bir şeyler vardı.
“Sevmiyor musun beni?” diye sordu Svidrigaylov usulca.

Dunya başını olumsuz anlamda salladı.
Svidrigaylov umutsuzluk içinde fısıldadı: 
“Ve... Sevemezsin de? Hiçbir zaman?” 
“Hiçbir zaman...” diye fısıldadı Dunya. 

Svidrigaylov'un ruhunda bir an süren sessiz ama korkunç bir çatışma oldu. anlatılması zor bir bakışla bakıyordu Dunya'ya. birden elini belinden çekti, döndü, hızla pencereye doğru yürüdü, arkası Dunya'ya dönük orda durmaya başladı. Bir an ikisi de öylece durdular. "İşte anahtar" dedi Svidrigaylov. Elini paltosunun sol cebine sokup çıkardığı anahtarı, dönüp geriye bakmadan arkasındaki masaya bıraktı. “Alın ve hemen gidin!..” Israrla pencereden bakıyordu. Dunya anahtarı almak için masaya yaklaştı.

“Çabuk! Çabuk!” diye tekrarladı Svidrigayov, hâlâ arkası dönüktü. yalnız, “çabuk” sözcüğünde korkunç bir şeyler tınlıyordu. Dunya bunu anlamıştı, anahtarı kaptığı gibi kapıya atıldı, kendini dışarı attı. Bir dakika sonra kanal boyundaydı; çılgın gibi x- köprüsüne doğru koşmaya başladı.
 

Svidrigaylov üç dakika kadar daha pencerenin önünde durdu, sonra ağır ağır döndü, çevresine bakındı ve yavaşça elini alnına götürdü. Yüzü tuhaf bir gülümsemeyle çarpılmıştı, zavallı, hüzün dolu, cılız bir gülümsemeydi bu; umutsuzluğun gülümsemesi...”


KİTAPTAN NOTLAR

Konu Dostoyevski ve Suç ve Ceza olunca aslında yorum yapılacak fazla bir şey yok diye düşünüyorum. Üzerine pek çok araştırma yapılmış, tezler yazılmış bir baş yapıtla ilgili ben de naçizane izlenimlerimi aktarmak istiyorum. 

Öncelikle kitabın fiziksel yapısından bahsetmek istiyorum. Kitap sayfa sayısı bakımından oldukça yoğun bir kitap. Romana eklenen Murat Belge'nin ön sözü ile Philip Rahv'ın son sözü ile sayfa sayısı oldukça artmış. Aslında yayınevinden aldığım diğer klasiklere oranla daha az sayfa sayısı olsa da; uzun saatler okuma yapan, ve boyun düzleşmesinden muzdarip benim gibi okurlar için kitap yorucu oldu diyebilirim. 

Kitap ile ilgili bilgisi olmayan okuyucular için spolier içeriğinden dolayı önsöz ve son söz kısımlarının uzun tutulduğu kanaatindeyim. Ancak kitabı ikinci ya da daha fazla kez okuyan okuyucular için ayrıntıları anlamak bakımından iyi hazırlandığını düşünüyorum. Kitabı benim gibi ilk kez okumuyorsanız ÖNSÖZ ile birlikte SONSÖZ kısımlarını okuduktan sonra romana geçmenizi tavsiye ederim. 

Romanın girişinde yer alan çizimler de son derece güzel bence. Her ne kadar insanın haya gücünü sınırlasa da yine de beğendim. 

Dostoyevski'nin ustalığına diyecek yok elbette. Raskolnikov'un odasını, Koca karı'yı öldürmesini, yaşadığı buhranları öyle güzel anlatmış ki, (Elbette harika çeviri için Ergin Altay'ı da atlamayalım. ) zaman zaman içim daralmadı değil. Hele mezarı andıran o oda bana fenalıklar getirdi.

Son olarak Raskolnikov ile ilgili kafamda soru işareti oluşturan kısmı sorgulamak istiyorum. Raskolnikov, hırsızlık yapmasına ve cinayet işlemesine neden olan parayı acaba bir taşın altına saklayıp, hiç kullanmadı. Yazar acaba burada ne gibi bir mesaj vermek istedi merak ediyorum doğrusu... 

Umarım arayı açamadan 

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE...

24 Mayıs 2017 Çarşamba

KIZIMIN CİCİLERİ ÇEKİLİŞİ

MERHABALAR; Blog dostlarım...  

Uzun zamandır yapmak istediğim çekiliş ile karşınızdayım. Son dönemlerde takı işine merak sardım malumunuz. Severek yaptığım takıları blog dostlarımla da paylaşayım istedim. 


Mavi tonlarından oluşan. Yaza da çok yakışacak bu Brezilya Nakışı Takı setini hediye etmek istiyorum sizlere... Setimiz Brezilya Nakışı kolye, küpe ve yüzükten oluşmaktadır. Kazananın isteğine göre renk değişikliği yapılabilecektir. Elbette pakete sürpriz hediyeler eklenecektir. 


Gelelim şartlarımıza..

1- Blogumun izleyicisi olmanız  
2- İnstagram adresimi takibe almanız. BURADAN....
3- Blogunuzda bir adet fotoğraf ile ile birlikte link vererek paylaşmanız... 
4- Paylaşım linkinizi ve mail adresinizi yorum olarak bırakmanız. 
5- Çekiliş klasik yöntemle yani adların yazılıp çekilmesi yöntemiyle yapılacaktır.
7- Bol şanslar..

Çekiliş 09 Haziran 2017 tarihine kadar devam edecek, sonucu 10 Haziran 2017 tarihinde açıklanacak akabinde mümkün olduğunca hızlı bir biçimde kargoya verilecektir. Kargo tarafımdan karşılanacaktır. 

KAZANAN TAKİPÇİM EĞER İSTERSE HEDİYELER KİTAP AYRACI İLE DEĞİŞTİRİLECEKTİR....

Not: İNSTAGRAM SAYFAMDA YAPILACAK ÇEKİLİŞ HEDİYELERİ İLE BLOG HEDİYELERİ AYRI AYRI VERİLECEKTİR. 



HAYDİ ÇEKİLİŞİMİZ BAŞLASIN...

14 Mart 2017 Salı

KİTAP OKUMAYA RENKLİ BİR MOLA

MERHABALAR,

Hem kitapsever, hem de hobi sever bir blogger olarak iki keyfimi birleştireyim istedim. Ortaya bu rengarenk ayraçlar çıktı. 


İğne oyalı, boncuklu modeller.... 


Brezilya Nakışı çalışmalarım.... 


Ve yine iğne oyası ile tamamladığım çalışmalarım. 


Yepyeni çalışmalarımla görüşmek dileğiyle... 

Daha fazlasını görmek ve sipariş vermek için İNSTAGRAM ADRESİME TIKLAYIN... 

9 Mart 2017 Perşembe

KÜÇÜK PRENS KİTAP AYRAÇLARI

“İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”

MERHABALAR,

Son önem paylaşımlarımda Brezilya Nakışı ve etamin takılar sıklıkla yer almakta. Ne zamandır kitap ayraçları yapmayı da planlıyordum. Bu şablonu kolye yapmak için bulmuştum. Arkadaşım kendisi ve kardeşleri için bu ayraçları isteyince hızımı alamadım. Seri üretim yaptım resmen. Aynı aparat ile yapılan 4 kitap ayracı, Küçük Prens kitapları ile birlikte 4 kardeşin oldu. Diğer ikisi de sahiplerini bekliyorlar. 


Önce siyah ile başladım işlemeye.... 

 “Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de insanların arkadaşları yok artık. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”


Sonra renklendirdim. 

“Sahibi olmayan bir elmas bulursan, o elmas senindir. Sahibi olmayan bir ada bulursan, o ada senindir. Bir buluş yaparsan patentini alırsın, buluş senin olur. Madem ki yıldızlara sahip olmak benden önce kimsenin aklına gelmedi, yıldızlar benimdir.”


“Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım.”


''Peki insanlar nerde?'' dedi küçük prens. '' İnsan kendisini çölde çok yalnız hissediyor.''

''İnsanların içinde de öyle hissedersin.'' dedi yılan.  ''Arada pek fark yoktur.''



''Senin gezegenindeki insanlar'' dedi Küçük Prens.

''Tek bir bahçeye beş bin gül dikiyorlar ama yinede aradıklarını bulamıyorlar...''

''Evet bulamıyorlar '' diye yanıtladım onu.
''Halbuki,aradıkları tek bir gülde ya da bir yudum suda olabilir.''
''Haklısın'' dedim.Bunun üzerine küçük prens şöyle dedi:
''Ama gözler gerçeği görmez ki.Yüreğiyle aramalı insan.''





"Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan daha güçtür. Kendini yargılamayı başarabilirsen gerçek bir bilgesin demektir."


Sipariş vermek için Mail atabilirsiniz (bebegimincicileri@hotmail.com)
İNSTAGRAM'dan ulaşabiliriniz. 

5 Şubat 2017 Pazar

FRİDA KAHLO ETAMİN KOLYE

MERHABALAR,

Hayatı, sanatı ve sözleriyle popüler kültürün  en önemli kadın ikonlarından biri Firda Kahlo... Kolyeleri yapmaya başladığımdan beri aklımdaydı yapmak. Bir arkadaşımın önerisiyle severek yaptım. Her ikisi de sahiplerini buldular.. Sıradaki Frida benim olsun artık... Frida Kahlo'dan bir kaç sözle tamamlamak istiyorum yazımı... 


"Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim. Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim. Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim. Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim. Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim. Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim. Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim. Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim. Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden sen olduğun için vazgeçtim. Bencil olduğun için vazgeçtim! Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi; çünkü sevgim yüceydi. Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim."


Frida'nın büyük aşkı Diego'ya mektubunu paylaşmak istiyorum. (Alıntıdır) 

"Diego Rivera’ma..
Seni sevmeye başlayalı çok uzun zaman oldu. Küçük bir kız çocuğu idim, seni sevmeye başladığımda. Şimdi ise bedeni çürümeye başlayan yaşlı bir kadınım. Bütün bedenler çürüyor aslında Diego’m. Eskiyor bütün bedenler.
Ama acı çeken yüreği var ise bir bedenin, daha hızlı çürüyor o beden.
Benim acı çeken bir yüreğim var Diego. Seni sevmeye başladığım o günden beri, acı çeken bir yüreğim var.
Beni anlamadın demeyeceğim. Beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın Diego…
Ben de seni anlamak istedim. Tüm hayatımı, hayatımın her bir zerresini seni anlamaya adadım. Sen nereye gittiysen, ben de gittim. Sen neye güldüysen ona güldüm. Sen kimi sevdiysen onu sevdim. Hangi kadınla seviştiysen o kadınla seviştim. Bende bulamadığın ve başka kadınlarda aradığın şeyi keşfetmek için, senin öptüğün kadınları öptüm. Dokunduğun kadınlara dokundum…
Senin sevmediklerini de sevdim ben Diego. Neden sevmediğini anlamak için, onları… sevdim !!! Ya da sevmeye çalıştım… İçimdeki, sana dair olan öfkeyi dindirmek için yaptım belki. Öfkem dinmedi Diego.
Her defasında körkütük aşık olarak, sana döndüm. Ya da aslında senden hiç gitmemiştim.
Seninle Amerika’ya gelmemi istediğinde, benim olduğunu sandım. En büyük yanılgım oldu bu belki de. Sen ne benim ne de başka bir kadının olamazdın. Kimseye ait olamazdın sen ! Ruhun buna izin vermezdi. Oysa ki ben, sana ait oldum hep. Yattığım tüm adamlar ile sana ait olarak yattım Diego. Acı çekerek seviştim onlarla…
Bir tek senin çocuğunu doğurmak istedim. Ah Diego’m.. Bu paramparça rahmimden nefret ettim, bebeğimizi tutamayınca. Söküp atmak istedim rahmimi. Sana çocuk doğurmayı beceremeyen bir organı taşımak yük oldu bana.
Kanlar içinde kaldığımda beyaz çarşaflar üzerinde, bana nasıl acıyarak baktığını gördüm. Nasıl korktuğunu, ölmemden. Sırf bundan ölmedim ben diegom. sen acı çekme diye. ve beni terk ettiğinde, o kanlar içinde kaldığım günkü acı dolu bakışlarına sığınarak, acılı mektuplar yazdım sana. Çaresizlik kokan, kadınlık onurumu ayaklar altına aldığım mektuplar yazdım. Bana acı ve geri dön istedim. Buna bile razıydım sevgilim.
Senin çirkin olduğunu söyleyen annemden nefret ettim. Sana benim gibi bakamayan herkesten. Senin güzelliğini görememelerini anlayamadım hiç…
Kurbağa sevgilim, Diego’m… Bana dünyanın en büyük acısını yaşattın sen. Gün be gün öldüm seni sevmeye başladığım ilk andan itibaren.
Ama sevgilim, bir daha gelseydim dünyaya yine seni severdim… Canlı canlı çürüyeceğimi bilerek!"
 
Bu da modelin kasnaktaki hali.. 

Sıra Marilyn Monroe ve Audrey Hepburn var. Şablonlarını bulur bulmaz yapacağım en kısa zamanda. 

SEVGİLERİMLE...





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...