30 Ağustos 2019 Cuma

ALDOUS HUXLEY – CESUR YENİ DÜNYA (BRAVE NEW WORLD)


MERHABALAR KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU DEĞERLİ OKUYUCULARI, 

Orwell’in 1984’ün ardından sürekli karşıma Cesur Yeni Dünya çıkıyordu. Geçtiğimiz aylarda Fahrenheit 451 ile birlikte aldım kitabı. Distopya okumaya ilkin, Saramago ve “KÖRLÜK” ile başlamıştım. Ardından pek çok distopyayı severek ve de üzerinde bolca düşünerek okudum.

Yazar eserine Sheakspeare’nin Fırtına adlı eserinden esinlenerek “Cesur Yeni Dünya” adını vermiştir. 

“Her şeyin ulaşılabilir olduğu bir dünyada hiçbir şeyin anlamı yoktur.” (Sayfa 15)
Cesur Yeni Dünya’yı okumaya karar verdiğimde okuyucuların distopya mı, ütopya mı tartışmasına rastladım sıkça. 1932 yılında Aldous Huxley’in Amerika gezisi esnasından gözlemlediği tüketim toplumundan esinlenmiştir. Bu insanlar isteklerinin ve tüketimin esiri olmaya meyyaldirler. Baş edemedikleri sorunları için içki bir sığınaktır. Buradan hareketle ortaya “CESUR YENİ DÜNYA”çıkar. 



ARKA KAPAK
Endişe Çağı'nın başyapıtı"- Ursula K. Le Guin
"Kışkırtıcı, aydınlatıcı, şaşırtıcı ve büyüleyici."- Observer
"BEN KEYİF ARAMIYORUM... GERÇEK TEHLİKE İSTİYORUM, ÖZGÜRLÜK İSTİYORUM... GÜNAH İSTİYORUM."
Aldous Huxley, sadece kurgularıyla değil, kurgudışı kitaplarıyla da 20.yüzyılın en üretken isimlerinden biri. Yazarın en bilindik ve güçlü eseri olan CESUR YENİ DÜNYA ise satirle öngörünün birleştiği, kendi distopyasını yaratan bir ütopya.
Teknolojinin tek gerçeklik, duyguların ise uzak durulması gereken kavramlar olduğu bu gelecekte Ford, Tanrı'nın yerini almıştır. Aile kavramının yozlaşma göstergesi olarak algılandığı bu çağ, soma adı verilen hap sayesinde herkesin mutlu ve hayattan keyif aldığı bir sistem üretir.
Hiç kimse daha önce beraber olduğu kişiyle bir kez daha beraber olmaz, çünkü "herkes herkes içindir." İnsanlar makinelerden doğar, üretim kalitesine göre ise Alfa, Epsilon gibi sınıflara ayrılır. Ancak bu sistemin dışında, şehirden uzak bir yerlerde komün hayatı sürdüren bir başka topluluk daha vardır.
Bu topluluğun sürdürdüğü yaşam, teknolojinin egemenliğine bir alternatif olabilir mi? Yoksa bu ütopya da başarısız olmaya mahkum mudur?
Cesur Yeni Dünya, korkak bir geleceğin en eski anlatılarından.

ÖZET
Kitabımızı elimize aldığımızda “Ford’dan sonra 632 yılına” doğru yolculuğa çıkıyoruz. Teknolojik anlamda gelişmiş bu dünyanın kast sistemine dahil insanları kapısında “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilirler. Kadınların hamile kalması yasak ve ayıp olduğu için, “annelik’ ve ‘babalık’ müstehcen birer kavram olarak görülür. Toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırma hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlanır. Hipnopedya sayesinde herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. “Herkes herkes içindir.”


“Kronik vicdan azabı, tüm ahlâkçıların hemfikir olduğu gibi, hiç de istenmeyen bir duygudur. Eğer kötü bir davranışta bulunduysanız, pişmanlık duyun, elinizden geldiği kadar durumu düzeltin ve bir dahaki sefere daha iyi davranmaya bakın. Ne sebeple olursa olsun hatanızın üzerinde kara kara düşünmeyin. Temizlemenin yolu çamurda yuvarlanmak değildir.” (Sayfa 19)

Cesur Yeni Dünya’nın sınırları dışında Yasaklı Bölge’de yaşayan insanlar ise eski yaşantıya devam etmektedirler. Tek eşlilik, doğum, din ve aile kavramları hala geçerlidir. Yasaklı Bölge’de doğmuş ve Cesur Yeni Dünya’ya gelen John gördükleri karşında adeta şoka girer.

DEVAMI KİTABIMIZDA…



KİTAPTAN NOTLAR

Romanın kurgusu 26.yy’da Londra’da geçmektedir.  Her ne kadar teknoloji ilerlemiş, ulaşım için helikopterler yaygınlaşmış, hastalık ve yaşlılık tablodan silinmişse de, oluşturulan, şartlandırılan toplum sevgi, aile, bağlılık, din gibi durumlardan da uzaklaştırılmıştır. Maddi dünyanın zevkleri artarken, manevi duygular geri plana atılmıştır. Hiç birimiz mutsuz olmayı, acı çekmeyi istemesek de Huxley’in bizlerin önüne serdiği dünyayı tercih eder miyiz acaba? Bu açıdan bakıldığında sistem neredeyse “TANRI”lığa soyunmuştur. Laboratuar oratımında meydana getirilen insanların kaderleri görevliler tarafından belirlenir.

“Ford'umuzun yaşadığı dönemden önce ve hatta nesiller sonra bile çocuklar arasındaki erotik oyunlara anormal gözüyle bakılmıştır (ortalık kahkahaya boğuldu); Sadece anormal değil, ahlâkdışı( olamaz) sayılmıştır; o yüzden de şiddetle bastırılmıştır.

Dinleyicilerin yüzlerinde şaşkına dönmüş bir inanmazlık belirdi. Eğlenmelerine izin verilmeyen zavallı küçük çocuklar? İnanamıyorlardı.” (Sayfa 57)




Toplum özellikler bakımından Alfa, Beta, Gamma,Delta, Epsilon gibi kastlara ayrılmıştır. Alfalar üstün ırk özellikleri gösterirlerken kastta alt kısımlara inildikçe, özellikler kötüleşmekte katta moronlar yer almaktadır. Toplumun üyeleri henüz oluşturuldukları tüpün içerisindeyken başkaldırmalarını engelleyecek şartlandırmalara maruz kalırlar.

 “Oturup kitap okursanız fazla bir şey tüketmezsiniz.” (Sayfa 71)

Kitapta zamanlama ölçütü olarak “F.S” kısaltmasına rastlarız. Bu zamanlama otomobil üreticisi  Henry Ford’un 1908’de ilk “T” modeli otomobili yaptığı yıl ile belirtilmiştir. 1913’de yine Ford seri üretime geçmiştir. Bu gelişmeler endüstri için devrim olmasının yanında seri üretimin robotlaştırdığı işçiler kitapta sorgulamadan kendilerine şartlandırılan işi yapan toplumsal sınıfların temeli olmuştur Aldous Huxley için. Ve “Ford” kitapta tanrının yerini almıştır.

“Sözcüklerin iyi olması yetmiyor; onları iyi bir amaç uğruna kullanmak gerekiyor.” (Sayfa 88)

“Eğer doğru kullanırsan sözcükler X ışınlarına dönüşebilirler, her şeyi delip geçerler. Okursun ve delinirsin.”  (Sayfa 88)

 
Yine kitapta en sarsıcı kısımlardan biri de insanların cinsel tavırlarıdır. Bebekler daha küçük yaşlardan itibaren cinsel oyunlara yönlendirilirler. “Herkes herkes içindir.” Kuralı geçerlidir. Tek eşlilik, anne baba olmak gibi kavramlar Cesur Yeni Dünya halkı için müstehcen kabul edilmektedir.

“İnsan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir uğraş.” (Sayfa 226)



Yine kitabın en can alıcı noktalarından biri de “SOMA”dır. Soma günlük olarak tüm bireylere verilen bir tür uyuşturucudur. Tüm olumsuz duyguların “soma” ile kontrol altına alınır.

“Kızgın bir sesle konuşan Vahşi, “Eğer Tanrı’yı biliyorsanız niye onlara anlatmıyorsunuz?” diye sordu. “Tanrı hakkındaki bu kitapları niye vermiyorsunuz insanlara?”
“...eskiler de ondan, yüzlerce yıl öncesinin Tanrısını anlatıyorlar. Şimdinin Tanrısını değil.”
“Ama Tanrı değişmez ki.”
“İnsanlar değişir ama.” (Sayfa 230)

Bu kitabı okuduktan sonra ister istemez pek çok okuyucu gibi Orwell’in 1984’ü ile bu kitabı kıyasladığım. 1984’te korku toplumu hüküm sürerken; Cesur Yeni Dünya’da haz toplumu öne çıkar. Her iki kitapta da totoliter rejimler halkı başkaldırmadan etki altında tutmak için farklı durumları kullanmaktadır. Sonuç olarak, sarsıcı ve güzel bir okuma oldu. 



“Ben keyif aramıyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.”


“Aslında,” dedi Mustafa Mond, “siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz.”
“Öyle olsun” dedi vahşi meydan okurcasına, “mutsuz olma hakkını istiyorum.”
“Eklemek gerekirse, ihtiyarlama, çirkinleşme ve iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; frengi ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi kokma hakkını, tifoya yakalanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz.” (Sayfa 238)


YENİ OKUMALARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE.... 

SEVGİLER..

23 Ağustos 2019 Cuma

YAŞAR KEMAL - AĞRI DAĞI EFSANESİ

DEĞERLİ KİTAPLARIM OLMADAN ASLA OKUYUCULARIM;


Son dönemlerde blogumla ilgilenemedim. Hem Teknik sıkıntılar hem de tatil derken yorumlara da dönemedim. Otomatik olarak yayınlananlar dışında yeni yazı giremedim. Bugün itibari ile kendimce dönüyorum. Yayınlamak üzere bir kaç kitap hazırlamıştım. Ancak "Ağrı Dağı Efsanesi" ile döneyim istedim bloguma... 

Yaşar Kemal tartışmasız benim en sevdiğim Türk yazarıdır. Onun şiirsel dili, kullandığı kelimeler, yaptığı betimlemeler benim için her zaman doyumsuz okuma zevki sağlar. Yaşar Kemal okuduktan sonra bir süre okuduğum diğer kitaplardan keyif alamam.

“Ağrı Dağına mistik ve demli bir çay kıvamında bakan Doğubayazıt”, benim ilk görev yerim olması bakımından gönlümde her zaman özel bir yere sahip olacaktır. Kitabı ilk göreve atandığımda almış ve okumuştum. Hem kitabı okumak hem de kitaba mekân olan İshak Paşa Sarayı ve Hani Baba Türbesi’ni adımlamak o dönemlerde benim için keyif olmuştu. Yaz okumalarımda kitabı tekrar okuyup, blogumda yer vermek istedim. 


ARKA KAPAK
Bir aşk destanı olan Ağrı Dağı Efsanesi geleneklerini Mahmut Han'a karşı savunan Ahmet ile Gülbahar arasındaki aşkı konu alır. Efsanelere ve halk söylencelerine yürekten bağlı Yaşar Kemal'in bu romanı, insan psikolojisinin derinliklerini de içerir. 

"Yaşar Kemal Anadolu'nun halk edebiyatıyla alışveriş içindeyken başladı yazmaya. Gerçek bir yazar olduğu için de dilin duyarlığından, şiirsel destanın tek kahramanıolan Türk halkının kültüründen esinlenmesini bildi." 
- Jeliha Hafsia, La Presse, (Tunus) 

"Yaşar Kemal'in romanı Tolstoy'un çapına ve Dickens'ın canlılığına sahiptir." 
- Manchester Guardian, (İngiltere) 

"Zengin, renkli ve zekice bir nitelikle bezenmiş bir üslup ve yazdığı her kelime sert, cilalanmış, ayrıksı ve bir buğday tanesi gibi potansiyel olarak üretken." 
- Irish Times, (İrlanda) 

'Kitabın güzelliği zengin şiirsel dilinde, efsane ve mit duygusunda yatıyor.' 
-Sunday Telegraph



 “Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma, her şeye akıl sır erdirecekler. Karanlığa ışığa, her şeye, her şeye akıl erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar.” (Sayfa 13)

ÖZET

Ağrı Dağı eteklerinde yaşayan Ahmet’in evinin önüne gümüş savatlı, Çerkes eğerli Kır bir at gelir. Kır atın üzerindeki damga Sofi’ye tanıdık gelse de kimin olduğunu bir türlü çıkaramaz. Kır atı gören Sofi, atın Ahmet’in kısmeti olduğunu söyler. Ahmet Sofi’nin söylemesi üzerine Ahmet Kır atı üç kere yola götürüp, bırakır. At her defasında Ahmet’in kapısına gelir. Kır at,üç kez de Ahmet’in evine döndüğü için ona ait olduğu kabul edilir.Ahmet artık atı canı uğruna alıkoyacaktır. 

“Demek at bunun için geldi de kapısında durdu. Demek Tanrı böyle yazmış. Bu at, bu kız Tanrı'nın, Ağrının armağanıdır.”  (Sayfa 42)

Altı ay sonra Beyazıt Paşası Mahmut’un atını aradığı haberi gelir. Mahmut Paşa Atının Ahmet’in kapısında durduğunu öğrenen Mahmut Paşa, geleneğe karşı gelerek atını geri ister. Daha sonra Ahmet at karşılığında Ahmet’e altın teklif eder.


Mahmut Paşa’nın isteği reddedilince Ahmet’in köyünü yakar ve onu zindana atar. Mahmut Paşa Ahmet’i ve ona yardım edenleri öldürmekte kararlıdır. Ahmet zindandayken Mahmut Paşa’nın kızı Gülbahar Ahmet’e aşık olur. Gülbahar kendisine aşık olan Zindancıbaşı Memo’nun yardımı ile Ahmet’i zindandan kaçırır. Memo Paşa’nın kendisini öldürmesine fırsat vermeden canına kıyar. Hem Ahmet’i elinden kaçırmasına hem de atı geri alamamasına çok öfkelenen Mahmut Paşa kızı Gülbahar’ı da zindana atar. Ancak Ahmet önderliğindeki halk sarayı basarak Gülbahar’ı kurtarır.

“Biz hep böyle, her şeyde birlik olsak, kimse bize diş geçiremez. Bize dağlar, şahlar dayanamaz. Hiç kimse... Yeter ki böyle birlik olalım.” (Sayfa 112)


Ahmet ve Gülbahar, Hoşap Beyi’nin yanına sığınırlar. Hoşap Beyi, onurlu bir beydir.  Mahmut Han’a ne isterse vereceğini, Ahmet ve Gülbahar’ı teslim edemeyeceğini bildirir, misafirlerinin evlenmesine izin verilmesini ister. Bir süre Hoşap Kalesi'ne saldırmayı da düşünen Mahmut Paşa cesaret edemez. 

“Ağrıdağı dünyanın üstüne oturmuş ayrı bir dünya gibidir, ağır, heybetli. Çok zaman Ağrının başı dumanlıdır. Bazı da bulutların yerini savrulan yıldızlar alır. Top top, dönen, bir boranda esen yıldızlar. Güneş uzun gecelerden sonra Ağrının böğründen bir kıpkızıl ateş harmanı gibi çıkar.” (Sayfa 98)

Mahmut Paşa Ahmet’in Ağrı Dağı’nın tepesine tırmanmasını ve burada ateş yakmasını istediğini, bu görevi başarabilirse onu kızıyla evlendireceğini söyler. Amacı geri dönüş olmadığını bildiği Ağrı Dağı’na Ahmet’i göndermek ve ondan böylece kurtulmaktır. Ahmet görevi mecburen kabul eder.

DEVAMI KİTABIMIZDA...


KİTAPTAN NOTLAR

“Ağrıdağı Efsanesi” 120 sayfalık bir çırpıda okunacak bir efsane. Yazarın mistik kalemi göz önünde bulundurulduğunda 120 sayfalık bir şiir… Ayrıca kitabın içerisinde yer alan çizimler kitaba güzel bir hava katmış. Bu anlamda önce Abidin Dino'yu ve ardından yayınevini kutlamak istiyorum.  

“Şu halka bir çare bulmazsak hepimizin kellesi gider. Yarın zulmü bahane ederler, öbürsü gün vergiyi, öbürü gün sarayımızı, öbürsü gün ekmeği... Ve birikirler birikirler... Yüz bin yılın öfkesi ve acısıyla... Şimdiki gibi sessiz birikirler. Ve bu kalabalığa güç yetmez.Bunlar bir araya gelmeyegörsünler, önüne geçilemez.” (Sayfa 106)


Ağrı Dağı ve yöresindeki Küp gölünün muhteşem betimlemesiyle başlamakta kitabımız… Kır at ve büyük bir aşk hikâyesi ile devam ediyor. İşin içine Kırat girince insan ilkin Köroğlu Efsanesi’ni hatırlatıyor. Bu ararda yazarın Köroğlu Efsanesi’ni de okumuştum. Yine, güçsüzün yanında, töre ve geleneklerine canları pahasına devam ettiren insanlar Ahmet ve Paşanın güzeller güzeli kızı Gülbahar'ın zorluklar ve imkansızlıklar içerisindeki aşklarını göreceksiniz. Kırat uğruna çekilen eziyetler ve halkın töresine ve bu büyük aşka sahip çıkışları. Kah Kırat’ın üzerinde dört nala koşturuyorsunuz, kah zindanda eziyet çekiyorsunuz… Yazar öyle güzel kelimeler seçmiş ki; insan okumuyor da adeta yaşıyor gibi.

“Ne isterse vereceğimi söyledim. O hiç bir şey istemedi.” (Sayfa 117)



Kitabın aynı zamanda Fatma Girik’in başrolünü oynadığı 1975 yapımı bir de filmi bulunmakta. İshak Paşa Sarayı’nın iç mekânları eşya ile döşenmiş değil şimdilerde. İç mekân görüntüleri nerede çekilmiş bilgim yok ancak dış mekâna İshak Paşa Sarayı ve Ahmed-i Hani Türbesi fon olmuş. Bu şekilde yazınca oraları özlediğimi hissediyorum. Belki bir gün ziyaret etme imkânım olur.

“Her yıl, bahar çiçeğe durduğunda, dünya nennilendiğinde, Ağrıdağının çobanları dört yandan gelirler, kepeneklerini gölün bakır toprağına atıp üstüne otururlar.Bin yıllık sevda toprağının üstüne otururlar. Tanyerleri ışırken kavallarını bellerinden çekip Ağrıdağının öfkesini, sevdasını çalarlar. Ve gün kavuşurken bir ak kuş gelir...”   (Sayfa 119)


Kısacası okuduğum kitaplarından yola çıkarak ve haddim olmayarak diyorum ki, Anadolu efsanelerini bence en güzel yorumlayan yazar, Yaşar Kemal… Yine harika bir yorum, yine harika bir efsane… Nurlar içinde yatsın büyük usta…



YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE…

2 Ağustos 2019 Cuma

STEFAN ZWEİG – MECBURİYET (DER ZWANG)

MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU DEĞERLİ TAKİPÇİLERİ


“Vatan onun için artık daha çok bir hapishane, bir mecburiyetti. Yabancı diyar ise dünyada ki vatanı, Avrupa insanlık demekti.” (Sayfa 6)

ARKA KAPAK
Savaş karşıtı görüşleriyle tanınan Zweig I. Dünya Savaşı boyunca bu görüşlerini yaymayı kendine misyon edinmişti. Avrupalı ve “dünya vatandaşı” kimliğine büyük değer veren yazar, yapıtlarında savaşın yıkıma uğrattığı “eski dünya”nın değerlerinin kayboluşunu büyük ölçüde dert edinmiştir. Mecburiyet ’in ana karakteri ressam Ferdinand da savaş sırasında askere alınmamak için İsviçre’ye kaçmıştır. Bir gün askerliğe elverişliliğinin tespiti için konsolosluğa davet edildiğinde, karısının şiddet karşıtı duruşuna ihanet etmemesi yolundaki telkinlerine karşın kendini gitmek zorunda hisseder. Görev duygusu, savaş karşıtı düşünceleri ve karısına duyduğu sevgi arasında sıkışıp kalmıştır. Ferdinand her ne kadar “insanlığın ötesinde bir vatanı” olmasa da, “yirmi milyon insanı boğan o zinciri” kıramayacağını düşünür...


ÖZET
Ülkesindeki savaştan kaçarak İsviçre’ye sığınan Ferdinand karısı Paula ile birlikte Zürih’te yaşamakta. Sanatına burada devam etmektedir. Her ne kadar Zürih’te özgür bir yaşam sürüyor olsa da; Ferdinand, kendisine ülkesinden gelecek savaş çağrısının tedirginliğini yaşamaktadır. Bu düşünce onun ve karısının huzurunu kaçırmaktadır.

“İnsanlığın ötesinde bir vatanım yok benim.” (Sayfa 11)


“İsmiyle bu kanlı çalılığa takılıp kaldığını, geçmişinden kurtulamayacağını biliyordu. Bilmediği, tanımadığı, fakat onu bilen ve özgür bırakmayan bir şeyler olduğunu hissediyordu.” (Sayfa 6)

 Çok geçmeden beklenen olur. Kendisini birliğine teslim olması için davet eden mektup gelir. Kendisini konsolosluğa çağırır. Mektubun gelmesinden sonra Ferdinand “ÖZGÜRLÜK” ile “MECBURİYET” arasında kalır. Özgürlük karısıdır. Mecburiyet ise inanmadığı savaş…

DEVAMI KİTABIMIZDA…

KİTAPTAN NOTLAR
Zweig’den okuduğum hemen hiçbir kitaptan pişman olmadım. Okuduğum her kitabı, sayfa sayısına oranla daha büyük dünyaları, daha fazla yaşamı anlatmakta… Kitap 1920’ler yazılmış olmasına rağmen zamansız bir eser… Hele ki son dönemlerde yaşanan Suriyeli Göçmen konusunu düşünecek olursak.

“Ben çoktandır bedenim burada; aklım, ruhum öbür tarafta yaşıyorum. Tüm dünya yerle bir olurken, insanın kendisi için çalışması bir suç. Günümüzde artık hiç kimse sadece kendisi için hissedemez, kendisi için yaşayamaz.” (Sayfa 12)

Mecburiyet de birkaç saat içinde okuduğum bir kitap oldu. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nı bu anlamda kutlamak lazım. Esmeye başlayan Zweig rüzgarını doğru hissedip, arkasına aldı ve pek çok okuyucunun Zweig ile tanışmasına, Zweig okumasına vesile oldu.

“Belki söylediklerimin hepsi doğru değildir. Sözcükler her zaman hedefini ıskalar. Ama gördüklerim tamamen doğru. Onlar yalan söylemez.” (Sayfa 20)

Konu olarak; inanmadığı savaşa katılma ile İsviçre’de özgür yaşama arasında kalmış bir ressamın duygularını anlatmakta. Bu anlamda yazarın kendi yaşantısından izler taşımaktadır. Bu anlamda Mecburiyet kitabında Ressam Ferdinand üzerinden Zweig'ın savaş hakkındaki fikirlerini yansıtmıştır. Bir ayrıntıyı da atlamamak lazım. O dönemlerde İsviçre tarafsız olduğundan dolayı, pek çok aydının sığındığı bir ülke olmuş.

“İnsan bir halkın üyesi olabilir, fakat halkı çıldırdığında kendisinin de çıldırması gerekmez. Sen onlar için bir rakamdan, bir sayıdan ibaretsin...”  (Sayfa 30)

Kitabın sonuna geldiğimde yazarın kendi yaşantısına benzer bir “intihar” bekledim. Yazarın pek çok eserinde “intihar” direk ya da satır aralarında işlenen bir tema olması da bu duruma etken oldu. Ancak yazar kitabı nispeten olumlu bir son ile bitirmiş.


Yazar baş karakter Ferdinand’ın duygularını çok güzel yansıtmış. Adeta yüz hatlarını bile sözcüklerle çizmiş. Yine bu konudaki başarısını konuşturmuş. 

 “Oysa öbür tarafta her sey benim için daha kolay olacak esaretin içinde de bir özgürlük vardır nasılsa . İnsan kendini kaçak hissettikten sonra hiçbir yerde özgür değildir, içerde ya da dışarda hiç fark etmez.”  (Sayfa 32)

Ancak Ferdinand’ın karısı Paula’nın duygu ve düşüncelerini yansıtma bakımından da her zamanki gibi kalemini konuşturmuş. Benim için keyifli ve güzel bir okuma oldu. Yazarın almadığım ve okumadığım az kitabı kaldı. Umuyorum onları da en kısa zamanda okur paylaşırım. Yazarın diğer kitaplarının yorumunu da merak ederseniz, sağ taraftaki STEFAN ZWEİG etiketine tıklayabilirsiniz… Yorumlarınız benim için değerlidir…

“İkisinin de yüreği sözlerin karışıklığından, insanların yasalarından kurtulmuş sonsuz özgürlüğün içinde uçuyordu.” (Sayfa 50)

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE….

SATRANÇ
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...