31 Mayıs 2019 Cuma

HARUKİ MURAKAMİ – KUMANDANI ÖLDÜRMEK - (KİLLİNG COMMENDATORE)

Merhabalar Kitaplarım Olmadan Asla Blogu Değerli Takipçileri….


Haruki Murakami’nin 2017 yılında ilk baskısı çıkan ve 2018 yılında Türkçeye çevrilen 14. kitabı “Kumandanı Öldürmek”i okumak bana 2019 Nisan ayında kısmet oldu. Yazarın okuduğum ilk kitabının son kitabı olması biraz manidar oldu. Murakami severlerin tersine sondan başa doğru okuyacağım galiba yazarı. Bir de kitapları bu kadar pahalı olmasa…Gelelim kitaba…


ARKA KAPAK

Hepimiz hiç kimseye açamayacağımız sırlarla yaşıyoruz...(Sayfa 824)


Dünya edebiyatının tartışmasız en büyük yazarlarından olan Haruki Murakami’den gerçek bir şaheser… İlmek ilmek örülmüş bir gizem hikâyesi… 

Kumandanı Öldürmek yalnızlığı bir yük olarak görmeyen, yeri geldiğinde yalnızlığını bir madalya gibi göğsünde taşıyanlar için yazılmış bir roman. Tıpkı bir dağ başında yalnız bir hayat süren, bu yalnız varoluşuyla gizemli bir şeyleri hayatına davet eden roman kahramanı gibi.
Bu muhteşem romanı okurken yol arkadaşımız yine müzik olacak… Mozart’ın Don Giovanni’sini, Strauss’un Güllü Şövalye’sini başucu müziğimiz yapacağız. 
Kumandanı Öldürmek’in gizemli labirentlerinde kaybolurken Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sine selam gönderecek, Orwell’ın 1984’ü yazarken inzivaya çekildiği o adayı merak edeceğiz… Ve hepsinden önemlisi “büyülü bir dünya”da yaşadığımızı bir kez daha anlayacağız.


ÖZET

Adını bilmediğimiz ve kitap boyunca da öğrenemeyeceğimiz portre ressamı karakterimiz 12 yaşındayken kaybettiği kız kardeşine benzeterek evlendiği karısı Yuzu’nun isteği ile karısından ayrılır. Karısının hayatında başka biri vardır. Ardından resmi boşanma işlemleri başlatılır ve ressamımız kendini aylarca yollara vurur.


“Rüyalar kişiye özeldir.” (Sayfa 30)

İki ay boyunca yüzlerce, binlerce kilometre gittikten, Japonya’nın çeşitli şehirlerini gezip, bazen de günübirlik aşklar yaşadıktan sonra arkadaşı Masahiko Amada’nın teklifi ile bakımevinde kalan, bunamış babasının evini kiralar. Evin sahibi Tomohiko Amada isimli ünlü bir ressamdır. Tomohiko Amada önceden modern resim yapan ama daha sonra savaş travmasının ardından kendini geleneksel Japon resmine vermiş ve şimdilerde ölümü bekleyen ünlü bir ressamdır.  Bu ev aynı zamanda Tomohiko Amada’nın inzivaya çekildiği ve atölye olarak da kullandığı evidir. Ressamımız eve yerleşir. Tomohiko Amada’nın atölyesini de kullanmaya başlar.


“İyi tarafından bakacak olursak o yalnız bir kurttu; kötü tarafından bakacak olursak da sürüden kopuk bir kargaydı.”(Sayfa 80)

Kitabın kahramanı Ressamımız aslında portreleriyle para kazanmaktadır. Klasik portre ressamlarından farkı müşterisinin poz vermesini istemeden portre çizmesidir. Evin içerisinde duyduğu ses üzerine tavan arasına çıkan Ressamımız, tavan arasına saklanmış bir baykuş ile Tomohiko Amada’ya ait bir tablo bulur. 


Tablo sarılıp sarmalanmıştır. O tabloyu atölyeye indirir. Resmin adı “Kumandanı Öldürmek”tir. Mozart’ın meşhur operası Don Giovanni’nin meşhur kanlı açılış sahnesinin 7. YY. Japon kahramanları tarafından canlandırıldığı alegorik bir yorumudur. Resimden Tomohiko Amada’un oğlu bile habersizdir.


Ressam uzunca bir süre resmi inceler ve o resmin etkisinden çıkamaz. Tomohiko Amada Japon Geleneksel Resim sanatı ile, yaşadığı bir olayı metaforlar yardımıyla anlatmıştır resminde. Aynı dönemde Ressamımız para kazanmak için yakındaki şehirde resim öğretmenliği de yapmaya başlar. Yine aynı dönemlerde komşulardan biri ona kendisinin portresini yapması teklifi ile gelir. En yakın komşunun bile kilometrelerce uzak olduğu ıssız bölgede pek az komşu vardır. Komşusu Menşiki’dir. Menşiki hakkında pek fazla bir şey bilinmeyen gizemli bir insandır.


 “Bir yüze bakmak bir anlamda el falına bakmaya benzer. Bir insanın yüzü doğduğu zamandakiyle aynı değildir. Zamanın akış içinde çevresel faktörlerle gitgide şekillenir; öncesi ve sonrası birbirinden farklıdır” (Sayfa 103)

Menşiki Ressamımızın tekniği dışında portresinde kendisi poz vermek ister. Bu nedenle resmin yapılması esnasında sıklıkla Ressamın evine gidip gelemeye başlar. Aralarında bir arkadaşlık da doğmaya başlar.


Ressamın uykuya dalmak üzere olduğu bir gece,  Ressamımız gece evi saran çan sesi ile uyanır. Ses bir süre devam ettikten sonra kendiliğinden kesilir. Ertesi günlerde Çan sesi aşağı yukarı gece yarısı aynı saatlerde tekrarlanır. Ressamımız bu olayı Menşiki Vataru ile paylaşır. 


“Sessizlik açtırdı gözlerimi. Bazen olur bu. Hani ani bir ses o ana dek süregelen sessizliği yırtıp insanın gözünü açtırır ya, bazen de ani bir sessizliğin o ana dek süregelen sesi yırtıp insanın gözünü açtırdığı olur.” (Sayfa 155)

Menşiki de olayla ilgilenir. Evin bulunduğu orman içerisinde eski bir tapınak vardır. Onun yanında da kapalı bir kuyu… Menşiki’nin yardımıyla kuyuyu açarlar. Kuyu içerisinde bir çan bulurlar. Ressam çanı eve getirir.  Ardından olağanüstü olaylar gelişmeye başlar.

DEVAMI KİTABIMIZDA…


KİTAPTAN NOTLAR

Kumandanı Öldürmek, benim okuduğum ilk Haruki Murakami kitabı oldu. Yazarın kalemi ile ilk tanışma kitabım. Genel hatları ile bakacak olursam uzun bir süreden sonra ilk defa bitmesini istemediğim bir kitap okumuş oldum. Her ne kadar ilk elime aldığımda sayfa ayısından dolayı gözümü korkutsa da su gibi akıp gitti kitap. Ancak kitabın tanıtımını yaparken şiddetle tavsiye ederim diyemeyeceğim. Her ne kadar kitabı ve yazarı beğensem de herkese hitap edecek türden bir kitap değil diyebilirim. Bol metaforlu, büyülü gerçeklik havasında anlatımı ile bazen tekrar tekrar okunması gereken cümleleri ve ardından verdiği okuma zevki ile okunmak için verilen zamana değen bir kitap.

“Ağaçların sessizliği içinde zamanın akışının, yaşamın değişip gidişinin sesini duyuyordum sanki. Bir kişi gidiyor, başka biri geliyordu. Bir düşünce gidiyor, başka bir düşünce geliyordu. Bir şekil gidiyor, başka bir şekil geliyordu. Ben bile, her gün azar azar bozulup yenileniyordum. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyordu. Zaman da kaybolup gidiyordu. Ardımda bıraktığım zaman birbiri ardına ölü kum taneciklerine dönüşüyor, yok olup gidiyordu. Ben o kuyunun başında durup zamanın ölüp gitme sesine kulak verdim.” (Sayfa 281)

Kitabı okumadan evvel arka kapak tavsiyesine uyarak Mozart’ın Don Giovanni’sini, Strauss’un Güllü Şövalye’sini telefonuma indirdim ve okurken zaman zaman bu eserleri dinleyerek okudum. Özellikle Ressamın resim yaptığı sahnelerde Güllü Şövalye sanki fırça darbeleri ile çok uyumlu geldi bana ve okuma keyfimi arttırdı. Üniversite yıllarımda ara ara belli başlı klasik müzik eserlerini dinlesem de bu konuda geniş bir bilgiye sahip değilim. Murakami ile bu iki güzel eserle tanışma fırsatı bulmak da güzel oldu. Kitabı okuyacak olan kitap dostlarına müzikler de tavsiye edilir.


“Şimdiye dek benim yolum budur deyip normal bir şekilde yürümüşsün, sonra birden yol ayaklarının altından gıcırtılar çıkararak yok oluveriyor, önünde bir boşluk var, ne yöne gideceğini bilmiyorsun, sadece aynı tempoda adım atmaya çalışıyorsun, bunun gibi bir his.” (Sayfa 417 )

Uzun süredir Amerika’da yaşamasından dolayı Amerikan kültüründen etkilendiği eleştirilerini bolca alsa da yazarın Japon kültürüne kitabında sıkça yer vermesi yabancısı olduğumuz kültüre bir kapı açması bakımından da keyifli bir okuma oldu benim için.  Bu arada küçük bir ayrıntıyı da söylemeden geçemeyeceğim. Japonya’da da poşet ücretliymiş. Ana karakter market alışverişinde bu durumu dile getiriyor.


“Zaman bizden bir şeyler çalsa da başka şeyleri de veriyor. Zamanı yanına almak en önemli iştir.” ( Sayfa 438)

Kitabın başlarında karısı Yuzu ile Ressamın ayrılık konuşmasında bir rüya gördüğünü söylüyor. Bu rüyanın da ayrılık kararında etkili olduğunu söylüyor. Kitabın sonlarında yazarın karısı ile karısının izni olamadan birlikte olduğu bir rüyadan bahsediliyor. Bu kısımda her ikisinin de aynı rüyayı gördüğü hissettiriliyor, ardından karısının hamile olduğu ve bu rüyada hamile kaldığı hissettiriliyor. Bu kısım kitabın ilginç kısımlarındandı.
Bir de Marie ile Ressamın 12 yaşındayken ölen kız kardeşi, ve hatta Yuzu ile benzerliği üzerinde de sıklıkla görülüyor. Bu kısımda sanki ölen kız kardeşin farklı insanların bedenlerinde yeniden beden mi bulduğu algısı oluştu bende.


Kız kardeşinin mağarada yaptığı yolculuk ile Ressamın kuyu içerisinde yaptığı yolculuğun benzerliği de dikkat çekici idi. Sanki herkesin hayatında geçmesi gereken bir tünelden geçmesi gerekiyormuş gibi. Ressamın Kız kardeşinin  tünel sahnesi benim için klostrofobik oldu. Tünel içi çok ayrıntılı anlatılmasa da kafamda canlandırmak beni rahatsız etti. Bu kısmı hızlı hızlı okudum.

“Duvarların ilk baştaki yapılma amacı insanları korumaktı. Dışarıdaki düşmanlardan, yağmur ve rüzgardan korumak için. Ancak zamanla insanları içeri kapatmak için de kullanılmaya başlandı. Yüksek, güçlü duvarlar, insanı güçsüz kılar. Görsel olarak da, ruhsal olarak da. Amaç da buydu zaten.” (Sayfa 608)

Karakterlere gelince idea olarak Ressamın karşısına çıkan Kumandan benim en ilgimi çeken karakter oldu. Kitabı okurken nereden çıkacak acaba bekledim durdum.
Kitapta geçen ve “Kumandanı Öldürmek” tablosuna da ilham olan Kristal Gece, Anschluss, Nanking olaylarını araştırmak istediğim olaylar. Kitapta anlamadığım kısımları daha anlaşılabilir olacaktır diye düşünüyorum. Kitapta yer verdiği bu olaylardan dolayı yazarın ülkesinde bolca eleştirildiğini de yazmadan edemeyeceğim.


Kitap ile ilgili değinmek istediğim diğer bir nokta da; tamamlanmamışlık duygusu oldu. Bir de kitabı olduğu gibi kabullenip okumak, olağanüstülükleri okumak keyifli. Ancak metaforlar acaba ne anlama geliyor diye düşünerek okumak yorucu bir hal alabilir. Ama İhsan Oktay Anar’dan alışık olduğum  bu tarzı sevdiğimden benim için keyifli oldu diyebilirim.


“Zaman her şeyi çözer. Şekli olan her şey için zaman önemli bir şeydir. Zaman sonsuza dek sürmez ama var olduğu müddetçe oldukça etkili bir şeydir. Bu yüzden, geleceği dört gözle bekler sizler.” ( Sayfa 806  )

Bir de satır aralarında en sevdiğim yazarlra Franz Kafka ve George Orwell’e yaptığı göndermeleri de sevdim gerçekten. 528

Yazarın kitaplarını sondan başlayarak okuyan bir okur olarak sırada “SAHİLDE KAFKA” var.

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE…

NOT: Kitaba ait çizimler Pinteres'ten alıntıdır. Yazarın tanıtım fotoğrafı netten alıntıdır. 

24 Mayıs 2019 Cuma

CENGİZ AYTMATOV – CEMİLE


MERHABALAR, 
KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU DEĞERLİ TAKİPÇİLERİ;



Okuduğum ikinci Aytmatov kitabı olan "CEMİLE" yi paylaşmak istiyorum sizlerle... 


“Şimdi onlara bakıyor ve Danyar’ın sesini işitiyorum. Beni de yola çağırıyor: Demek ki bavulumu alıp gitmenin zamanı geldi. Ben de bozkıra, kendi köyümüze döneceğim ve orada yeni renkler arayacağım.
Fırçayı her vuruşumda danyar’ın türküsü çınlasın ! Fırçayı her vuruşumda Cemile’nin yüreği çarpsın!” (Sayfa 80)

ARKA KAPAK 

Aytmatov’a ilk büyük şöhretini kazandıran Cemile, bir çoklarınca en güzel aşk hikâyesi olarak değerlendirilmiştir. Gerçekten de Cemile, aşk ve tabiatın çocuk dikkat ve masumiyetiyle sunulduğu şahâne bir duygu tablosudur. Ayrıca töre ve çevre şartlarının insan unsurlarıyla ilişkileri açısından da olağanüstü bir hikâyedir.

“İşte şimdi burada, Villon'un, Hugo'nun, Baudelaire'nin Paris'inde, kralların ve devrimlerin Paris'inde, ressamların yüzyıllık Paris'i olmakla övünen her taşı ya bir tarihi, ya bir efsaneyi hatırlatan şu Paris'te Werther, Bérénice, Antoine ve Kleopatra, Manon Lescaut, Education Sentimentale, Dominique, hepsi birdenbire gözümden düşüverdi. Çünkü ben Cemile'yi okudum. Roméo Juliette, Paolo ve Francesca, Hernani ve Dona Sol, artık bunların hiçbiri gözümde değil, çünkü ben ikinci dünya savaşının üçüncü yılı yazında, 1943 yılının o Ağustos gecesinde Kurkureu vadisinde bir yerde Zahire arabaları ile giden Danyar ve Cemile'ye, bunların hikâyesini anlatan küçük Seyit'e rastladım.” Louis Aragon


YAZARA DAİR;

Cengiz Aytmatov, 1928 yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bağlı olan ve Talas vadisinde yer alan Şeker Köyünde doğmuştur. Babası Törekul Aytmatov, annesi Nagima Hamzayevna Aytmatov’adır. Babası Törekul Aytmatov at yetiştiricisi, Tatar kızı olan annesi Nagima Hamziyevna ise Abdulvaliyeva tiyatro aktrisiydi.  Yazarın asıl ve tam  adı ise Cengiz Törekuloviç Aytmatov'dur.

Cemile adlı roman daha çok ülkemizde sevilmiş bir romancı olan Cengiz Aytmatov’un   Sosyalist idare altındaki Türk insanları  geleneklerini, destanlarını  ve atalarının anılarını yaşamak istiyorlar. mesajını vermeye çalıştığı romanlarından biridir.   Bu romanı da Aytmatov’un çocukluk yıllarını geçirdiği   Talas Vadisinin tarihi öğelerini ve kültürünü aktarmaktadır. Yazarın bu eserinde de folklorik unsurlar, masal kahramanları, geleneğin taşıdığı tecrübelerle doludur. (ALINTIDIR)
 


ÖZET
Olaylar ergenliğe yeni girmiş 15 yaşlarındaki Seyit’in ağzından anlatılmaktadır. Kurkurcu köyünde geçmektedir. Seyit romana adını veren Cemile’nin üvey abisi Sadık’ın eşidir. O yörenin gelenekleri gereğince Seyit’in babası, Sadık’ın babası öldüğünde, Sadık’ın annesi ile evlenmiştir. Seyit’in babası yaşlı bir dülgerdir. Büyük Ev ve Küçük Ev dedikleri iki ev bir bahçede yaşamaktadır. Büyük Ev’de annesi ve yaşlı babası ile Seyit yaşarken, Küçük Ev’de Küçük anne ve gelini Cemile yaşamaktadır.


 II. Dünya Savaşı devam etmekte ve Seyit’in iki ağabeyi ile Sadık ve Sadık’ın kardeşi de Kursk ve Orel bölgesinde üç yıldır savaşmaktadır. Erkekler cephede olduğundan tüm işler kadınların ve ergenliğe yeni girmiş henüz askerlik yaşına gelmemiş gençlerin omuzlarına verilmiştir.

“... savaşın öyle lâf olsun diye anlatılacak bir konu olmadığını, uyumak için bir peri masalı dinler gibi dinleyemeyeceğini çok açık bir şekilde anlatmış oluyordu. (Sayfa 33)

Güzel ve alımlı bir kız olan Cemile; bu ailenin tek gelinidir. Cemile, erkek gibi serbest yetişmiş, lafını esirgemeyen, çalışkan güçlü bir kadındır. Kocasının evlenmelerinden kısa bir süre sonra askere gitmiş, Cemile’ye onun yolunu gözlemek kalmıştır.


Savaşın devam ettiği günlerde köylerine Ozmat adında bir komutan gelir. İstasyona tahıl taşıma görevi için evin annesinden Cemile’yi ister. At arabaları ile istasyona buğday taşınacaktır. 

 “Hem konuşmaya ne gerek vardi? Insan her seyi anlatamaz, zaten kelimelerde her şeyi anlatmaya yetmez...” (Sayfa 51)


Kayınvalidesi bu olaya başlarda sıcak bakmasa da oğlu askerde olduğundan ve Seyit’in de Cemile’nin yanında gidecek olunca razı olur.  Yaralandığı için cepheden dönüp, köye yerleşen köyle uzaktan bağı olan Danyar da onlarla birlikte çalışacaktır. Danyar, kendi halinde,  içine kapanık ve çalışkan işini iyi yapan eski bir askerdir.


Tahıl taşıma görevi böylece başlar. Seyit ve Cemile çok yorulsalar da bu işi severek yaparlar. Bu sırada Cemile’ye sarkıntılık emeye çalışanlar da yok değildir. Özellikle Osman isimli bir genç musallat olsa da Cemile ona yüz vermez.

“Tabii o gün, bu işin nasıl sona ereceğini ne annem biliyordu ne de ben.” (Sayfa 15)
DEVAMI KİTABIMIZDA….


KİTAPTAN NOTLAR

Daha önce Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’sini okumuş çok da beğenmiştim. Bunun üzerine yazarın kitaplarının bir bölümünü almıştım. Okuduğum birkaç sayfa sayısı fazla kitabın ardından (Sahilde Kafka ve Kumandanı Öldürmek) dinlenmelik kısa bir kitap okuyayım dedim. Elime Zweig’in Gömülü Şamdan’ı ve Aytmatov’un Cemile’sini aldığımda arka kapak yazısı nedeniyle Cemile’de karar kıldım. 


Ancak Aragon’un en güzel aşk hikâyesi dediği hikâyeyi ararken; savaştaki kocasının ardından yine savaşta sakat kalmış bir adamla giden Cemile’yi buldum. Nedense; aşktan çok içimde Cemile’nin ihanet burukluğu kaldı. Kaldı ki; Sadık da o dönemler savaşta yaralanmış ve hastanededir. Bir de Cemile’yi haklı göstermek adına Sadık’ın kaba, geleneklerine bağlı yapısının, Cemile’ye ayrıca mektup yazmamasının gösterilmesi de hoşuma gitmedi. İnsanların babasının yanında saygıdan kendi çocuklarını bile sevmediği dönemleri düşünürsek bu gerekçe haklı gelmedi bana. 


“- Seni ona değişir miyim hiç! Sen öyle mi sandın? Hayır, hayır asla! O beni hiç sevmedi. Mektubunun en sonunda bana bir tek selâm söylüyordu, o kadar. Bundan sonra sevse de istemem. Kim ne derse desin. Sevgilim, kimsesiz sevgilim benim! Uzun zamandan beri seviyorum seni…Bilmediğim zamanlardan beri seni sevmiş, seni beklemişim ben. Ve işte geldin, seni beklediğimi biliyormuş gibi geldin!” (Sayfa 71)

Belki de bu yorumu yapmamın nedeni yaşımla ilgili de olabilir. Üniversite yıllarında Anna Karenina’yı, ya da Madam Bovary’yi okuduğumda kadın karakterleri bu kadar yadırgamamıştım ve aşk kazansın istemiştim. Ama aynı kitapları 35’den sonra okuyunca ilk okumalarımdaki gibi düşünmüyor insan.  Belki de Alyazmalım’daki Aysel’i aradığım içindir. Bir de buna ek olarak Cemile’nin köy içindeki davranışları, serbestliği, -hele suya atıldığı sahne- şimdilerde bile hoş karşılanmayabilir pek çok kesimde. 


Elbette Seyit’in pastoral tablosu insana sempatik gelebilir ama Sadık tarafından bakılınca resim aynı güzellikte serilmiyor karşıma. Cemile-Danyar aşkı meşru kılınmak için Sadık’ın kötü gösterilmesi de gereksiz olmuş. Keşke Sadık askerde şehit olsaydı. Ya da Sadık ile Cemile zorla evlendirilmiş olsalardı. Bu şekilde hikayeye bakışım değişebilirdi.  Kaldı ki, Cemile kaçtıktan sonra Sadık'ın kötü gösterilmesi gereksiz olmuş. Çünkü evliliklerinin içerisinde bu durumdan bahsedilmiyor. 

Aklımı kaybetmiştim sanki. Dereye dalıp, suların içinde arkalarından koşmaya başladım. Hızla giderken birden düşüp yuvarlandım. Gözlerimden çeşme gibi yaş akıyordu. İşte o zaman yerde uzanıp yattığım o anlarda, birden anladım Cemile’yi sevdiğimi. Evet, sevmiştim ve bu benim ilk çocukluk, ilk gençlik aşkımdı an ben yalnız Cemile'den ve Danyar’dan değil, çocukluğumdan da ayrılmıştım.” (Sayfa 75)

Gelelim kitabın kurgusuna. Kitap uzun öykü uzunluğunda 80 sayfadan oluşmakta. Yazılış sırasına bakılacak olursa Aytmatov'un ilk eserlerinden. Olay ergenliğe yeni adım atmış Seyit’in ağzından anlatılmakta. Cemile, Seyit’in üvey ağabeyinin karısıdır. Küçük Seyit aslında kendisinin bile aşık olduğu bu güzel kadının, o toprakların sevdalı türkülerini söyleyen; hisli ve sevdalı Danyar’la olan aşklarının da tek şahididir.

Başlarda karakterler ayrıntılı anlatılırken; sonraları hiç yoklarmış gibi kurgu Cemile, Danyar, Seyit üzerinden ilerliyor. Evin annesinin daha fazla yer almasını isterdim doğrusu. Belki de bu yüzden bana yarım bırakılmış gibi geldi. Yazarın diğer kitabı Beyaz Gemi ile kıyaslayacak olursak, Beyaz Gemi kurgu olarak daha başarılı gelmişti bana.

“Fırtına, güçlü ve büyük bir ağacı devirirse, o ağaç bir daha doğrulamaz” (Sayfa 76)

16 Mayıs 2019 Perşembe

AZİZ NESİN - YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ

MERHABALAR KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU TAKİPÇİLERİM;


ARKA KAPAK

“Aziz Nesin Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı önce radyo oyunu olarak yazdı. Kazandığı büyük başarı üstüne sahne oyunu haline getirdi. Israrlar üzerine senaryosunu yazdı; çoğu tiyatrocudan olduğu gibi, bu kez de filmciden telif hakkını alamadı. Bir haftalık gazetede çizgi romanı yayımlandı. Ardından televizyon senaryosunu yazdı. Okurların isteği, çevrenin baskısı artınca sonunda Yaşar Yaşamaz, şu an elinizde tuttuğunuz roman oldu.


Kitabın giriş yazısını kaleme alan Meral Çelen bu büyük ilgiyi Yaşar Yaşamaz’ın ağzından şöyle açıklıyor:
“...Ünümün bu kadar yaygınlaşmasına, beni bu kadar sevmenize ilk zamanlar akıl erdiremiyordum ama, şimdi biliyorum artık... Nasıl hepimizde biraz Don Kişot’luk varsa, demek biraz da Yaşar Yaşamaz’lık varmış... Başıma gelenler yabancınız olsaydı, sever miydiniz beni, arar mıydınız?”


ÖZET
Kitabımız Yaşar Yaşamaz’ın hapse düşmesi ile başlar. Yaşar Yaşamaz anlatıcı olduğundan koğuşta itibar gören, ancak hırsızlar koğuşu içerisinde hırsızlık yaptığından gönderilen mahkûmun yerine koğuşa gelir. Çünkü namuslu bir hırsız bir hırsızı soymaz.  

“Öyle deme arkadaş, bizden beterleri de var. Hani herif idama götürülürken biri, “ Üzülme arkadaş, beterin beteri var! “ demiş de, idama giden de “Ulan bundan beteri olur mu?” deyince öbürü, “Olur,” demiş, “ seni asmaya götürüyorlar yine, senden önce birini kazığa oturtmuşlardı. “ Beterin beteri vardır.” (Sayfa 29)

“Deliler de ölür ama hiç ölüler delirir mi?” (Sayfa 92)

Yaşar Yaşamaz’a neden hapse düştüğü sorulur; Yaşar Yaşamaz, 12 yaşından itibaren nüfus kâğıdı olmamasının sonucu yaşadığı olayları başlar anlatmaya.
Yaşar Yaşamaz devlet okuluna gitmek istemektedir. Okula kayıt olabilmek için o güne kadar çıkarılmamış olan nüfus kâğıdını çıkartmak için babası Reşit ile birlikte nüfus müdürlüğüne giderler. Kayıtlarda babasının kaydedilmiş olan doğum tarihi doğru olarak geçirilmiştir. Babası 1897’de doğmuş, 1911’de de Yaşar’ın annesi ile evlenmiştir. Bu kayıtlar kütükte doğrudur. Ancak Reşit oğlu Yaşar, kütüğe göre babasından bir yıl önce 1896’da doğmuş 1915’te Çanakkale’de şehit düşmüştür. 

“Okula gideceksem, yaşamıyorum. Askere alacaklarsa, yaşıyorum. Nüfuskağıdı istersem, yaşamıyorum. Vergi alacaklarsa, yaşıyorum. İş ararsam, yaşamıyorum. Ceza keseceklerse, yaşıyorum. Dava açarsam, yaşamıyorum. Tımarhaneye kapatacaklarsa, yaşıyorum. Evleneceksem, yaşamıyorum. Ama şimdi bir casusla içli dışlı olduğum duyulursa, yaşıyorsun der de asarlar.” (Sayfa 297)

Babası yanlışlığı düzeltmek istese de başarılı olamaz. Yaşar mecburen mahalle mektebine gider. Zamanı geldiğinde Yaşar, hem aile dostlarının kızı hem de beşik kertmesi Anşe ile evlenmek ister. Ancak Yaşar, askere gitmediği için kızı istemeye gidemezler. Sonunda askere gidemeyeceğini düşünen Yaşar ile Anşe nişanlanırken; askerlik şubesinden Yaşar’ı almaya gelirler. 


Yaşar yaşıyor sayılacağını düşünerek askere adeta koşarak gider. Çünkü askerlik yaparsa yaşadığı resmen kanıtlanacak ve Anşe’ye resmi nikâh kıyabilecektir. Ancak şanssızlık yine peşini bırakmaz Yaşar’ın. Devreleri terhis olup giderken Yaşar terhis olamamıştır. Fazladan askerlik yaparken komutanı ona bu durumu kayıtlarda Dersim’de 1935’te şehit düştüğünün yazdığını bu yüzden terhis edemediklerini söylemektedir. Neyseki sonraları komutanı onun eline askerliğini yaptığını bildiren bir belge verir.

“Normal insan, dengesiz insandır. Çünkü insan, ateş üstünde duran su dolu bir kazana benzer. Nasıl içindeki su kaynayınca kazanın kapağı atarsa, makinelerin buhar kazanlarına da artık buğu dışarı fışkırsın diye subap yapmışlardır. Buğunun artığı dışarı fışkırır delikten, kazandaki buğu da gerektiği kadar kalır, yani dengede durur. Yoksa kazan patlar. İnsan da böyle işte... Kızınca, duygulanınca, üzülünce, acılanınca, insan içinden bir şey boşaltacak ki, patlamasın da dengesi yerine gelsin. Ee nasıl içini fışkırtacak? Nasıl kazanın subabı varsa, insanın da bir tahtası eksik olacak ki, bundan dışarıya su koyversin... Bu yüzden işte, dengeli insan bir tahtası eksik insan demektir. O normal denilen tahtası eksik olamayanlar, günün birinde birden patlayıp bombok olur, bir daha da onarılmazlar.” (Sayfa 95)


Yaşar askerlik dönüşü, kasabaya dönünce babasının öldüğünü öğrenir, Anşe’nin babasından. Şimdi babasının mirasını almak için yine Yaşar’ı zorlu bir yol bekler. Babasının mirasını almak için onun borçlarını öder ödemeye ama, iş mirası almaya gelince yine yaşadığını kanıtlayamaz. Güçbela babasının oğlu olduğunu kanıtlayınca da; resmi evraktaki eksik bir numarayı almanın peşine düşer. Devlet dairesinde o odadan bu odaya, bu odadan bu odaya dolanır durur. En son maç izlemeye giden müdürü aramaya stadyuma giden Yaşar buradaki davranışlarından dolayı deli sanılıp, tımarhaneye kapatılır.  Bir müddet sonra doktorlar onun deli olmadığını anlasalar da onu taburcu edemezler. Onu orada hem hademe olarak bedavadan çalıştırırlar, hem de onun oradan taburcu olması için yaşadığının belgelenmesi gerekmektedir. Yaşar en sonunda bir doktorun da tavsiyesi üzerine hastaneden kaçar.
DEVAMI KİTABIMIZDA…


KİTAPTAN NOTLAR

“Yaşar Ne yaşar Ne Yaşamaz”, yerginin büyük ustası Aziz Nesin'in ,nüfus kağıdı olmadığı için başına olmadık işler gelen Yaşar Yaşamaz'ın hayatını anlatırken bürokrasiyi de bolca eleştirdiği, önce radyo tiyatrosu olarak yazılan ardından romana çevirdiği kitabıdır.
Yıllar önce Halit Akçatepe’nin başrolünü oynadığı 1975 yapımı filmi izlemiştim. Bazı sahneler aklımdaydı. Kitabı okuyunca pek çoğunu hatırladım sahnelerin. Zaten Aziz Nesin Türk Sinemasına yapıtlarıyla bolca malzeme sağlamıştır. Pek çok kişi hiç okumasa da; mutlaka onun yapıtlarını izlemiştir. Bu anlamda halka ulaşmış bir yazardır bence.

yaşar ne yaşar ne yaşamaz film ile ilgili görsel sonucu

“Bir insan pek çok şekilde ölür : Hukuki olarak ölür. Siyasi olarak ölür. Psikolojik olarak ölür.” (Sayfa 199)

Kitapta Yaşar Yaşamaz hapse girmesinin ardından mahkûm arkadaşlarına hayat hikâyesini anlatır. Devlet, Yaşar Yaşamaz'ın nüfus kayıtlarına göre bir ölü olduğunu düşünmektedir ama yine de askerlik görevini yerine getirir. Yaşar nüfus kâğıdı çıkaramaz ve olaylar hem güldürü hem de düşündürücü şekilde gelişir. Her bölümde bu kadar da olmaz derken; Yaşar’ın başına yine yeniden ilginç olaylar gelir. Ama bir türlü kimliğine kavuşamaz.


Dönemin Türkiye’sinin bürokratik düzeni çok komik ve dramatik bir şekilde ele alınmıştır kitapta. Her ne kadar günümüzde bir nebze azalsa da; günümüzde de bürokrasinin sebep olduğu sıkıntıların devam ettiğini söyleyebiliriz elbette. Bir örnek vermem gerekirse; Doğubayazıt’ta görev yaptığım esnada nüfus kâğıdı olmayan başarılı bir öğrencimiz vardı. Yönetmelik gereği okula geldi ama 5. Sınıfın sonunda herhangi bir belge veremedik. Orta okula devam etmesi için nüfus kağıdı ve 5. Sınıfı tamamladığına dair belgeleri olmalıydı. Muhtar, uğraştı durumu düzeltmeye ama çocuğun annesi de nüfusa kayıtlı olmadığı için çocuklar da nüfusa geçemedi. Sonrasında çocuklar traji-komik şekilde çözümlendi. Çocuklar, babalarının resmi nikâhlı ilk eşinin üzerine şahitlerin ifadeleri ile nüfusa geçirildi. Çocukların öz anneleri bugün ölmüş olsa; resmi olarak zaten hiç doğmamış olarak ayrılacak aramızdan. Bu olayı 2006 yılında yaşadım ben. Umarım bu olaylar artık kimsenin başına gelmez.


Kitabın dili akıcı, insan eline aldığında; bir anda 50-60 sayfayı okumuş buluyor kendini. Yazarın diyaloglardaki başarısı (tiyatro olarak yazılmasından kaynaklanıyor sanırım.), karakterleri şive ile konuşturması da keyifli okuma sağlıyor. Ara ara yazarın kelimeleri kendine has kullanımı da dikkat çekiyor. “epiy (epey)”, “tiren(tren)…v.b.

Sonuç itibari ile Cumhuriyetin yeni kurulduğu dönemleri anlamak bakımından da keyifli bir okuma oldu. Bu aralar uzun bir aradan sonra o döneme ait kitaplar ve yazarlar okuyorum. Bunun yanında aynı tarihlerde farklı ülkelerde farklı coğrafyalarda yaşayan ve üreten yazarların ve insanların hikayelerini okumak ve kıyaslamak da bana keyif veriyor. 

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE…
SEVGİLER…

3 Mayıs 2019 Cuma

STEFAN ZWEİG – MÜREBBİYE


MERHABALAR; 
KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU SEVGİLİ TAKİPÇİLERİ...

Yine yeniden bir Zweig kitabı ile karşınızdayım... 


ARKA KAPAK

Mürebbiyeleri katı bir ahlak anlayışının kurbanı olurken, yetişkin dünyasının gaddarlığıyla tanışan iki masum çocuk; Como gölü kıyısındaki bir otelin dingin ortamında gözüne kestirdiği bir genç kıza imzasız aşk mektupları yazarak zalimce bir oyuna girişen görmüş geçirmiş beyefendi; Tirol Alplerinde küçük bir lokantada gençliğinin platonik aşkıyla karşılaşan, artık düşkün ve yaşlı olan bu adama yıllar öncesinden duyduğu gönül borcunu ödeme fırsatı bulan evli bir kadın; bir genç kızın yarı histerik şefkat arayışında ifadesini bulan susuzluktan kurumuş toprak ve sıkıntılı yağmur bekleyişi. Zweig bu öykü derlemesinde, dönüştürücü deneyimleri sağlam anlatılara dönüştürmekteki ustalığıyla yine insanın kusurlarını, özlemlerini, karşılaştığı engelleyici durumları empatiyle çözümlüyor.

MÜREBBİYE

“Ahlaken zayıf olanların her zaman bir mazereti vardır zaten.”( Sayfa 12)

Genç kadın on iki ve on üç yaşında iki kız kardeşe mürebbiyelik yapmaktadır. Kız kardeşler son dönemde mürebbiyeleri Fraulein’in onlarla eskisi kadar ilgilenmediğini ,içe kapandığını, mutsuz olduğunu fark ederler. Kızlardan küçük olanı mürebbiyelerinin odasında gizlice ağladığını da fark ederler. Bu durumun peşini bırakmayan kızlar, meraklarını yenemeyen kız kardeşler çok geçmeden mürebbiyeleri ile kızların kuzeni Otto arasındaki ilişkiyi fark ederler. Zaten Otto tesadüfmüş gibi onlara katılmakta, kızlarla ve mürebbiyeleri ile vakit geçirmektedir. Çok geçmeden mürebbiyelerinin büyük sırrını da öğrenirler. Mürebbiyelerinin Otto’dan bir çocuğu vardır.
Bir süre sınavlarına çalışma bahanesi ile Otto evden ayrılır. Çok geçmeden su yüzüne çıkan olaylar yüzünden evin hanımı mürebbiyenin işine son verir. Fraulein ertesi  gün evden ayrılacaktır. Ertesi sabah kızlar mürebbiyelerini mutlu etmek için odasına çiçeklerle gitseler de mürebbiyeleri odada yoktur.
DEVAMI KİTABIMIZDA…


YAZ NOVELLASI

“Yıldızlar yanıp sönen sessizlikleri içinde öylece duruyorlardı ; yalnız arada bir içlerinden biri elmassı dizinin içinden aniden ayrılıp yaz gecesinin içine kayıveriyor ; karanlığın içinde, vadilere, yarlara, dağlara veya uzak sulara doğru nereye gittiğini bilmeden kör bir kuvvetle savruluyordu, bir insan yaşamının bilinmeyen bir kaderin sarp derinliklerine savruluşu gibi...”( Sayfa 30)
Yazar ağustos ayını Como gölü kıyısındaki Cadenabbia’da geçirmektedir. Otelin hemen hemen boş olduğu günlerde yazarın yaşlı, kibar ve kültürlü bir adam dikkatini çeker. Bir akşam otelin önündeki terasta bu bey ile yazar sohbet ederler. Yaşlı adam yürüyüşe çıkmayı teklif eder. yürüyüş esnasında da bir önceki yıl yaşadığı bir olayı anlatır.
Geçen yıl aynı otelde yine ıssız günler geçirilmektedir. Yaşlı adamın Alman bir aile dikkatini çeker. Görünüşleri tipik kuzey Almanlara benzemektedir. İki yaşlı kadın ve on altı yaşındaki bir genç kızdan oluşan bu aileyi gözlemlemeye başlar adam. Genç kız yanındaki yaşlı kadınlardan dolayı mıdır bilinmez donuk ve güvensiz bakışlıdır. Kıyafetleri yaşına uygun değildir. Genç kızı izlemek yaşlı adamın zevki haline gelir ve genç kıza bir oyun oynamaya karar verir. Genç kızın kahvaltı salonuna herkesten önce gelip hep aynı masaya oturduğunu gören yaşlı adam kızdan önce kahvaltı salonuna gelerek; onun peçetesinin arasına genç kıza bir hayranından gelmiş gibi yazılmış bir mektup bırakır.


GEÇ ÖDENEN BORÇ

“...bir zamanlar tüm aklıma egemen olan ve tüm ruhumu dolduran bu insanı onca yıl boyunca bir kez olsun aklıma getirmemiştim. Ona ne olduğunu hiç merak etmeden ölmüş olabilirdim veya o ölmüş olabilirdi ve benim haberim bile olmazdı.” (Sayfa 45)
“Ağlayamayacak kadar ümitsizdim..” ( Sayfa 47)
"Beni kendi gençliğimin cehaletinden korumuştu." (Sayfa 51)
"...bu gündelik bir yorgunluk değil, hayat yorgunluğuydu." (Sayfa 52)
 “İnsana mutluluk kadar sağlık katan bir şey yoktur ve en büyük mutluluk da bir başka insanı mutlu etmektir.” (Sayfa 57)

Öykümüz mektup formatındadır. Margeret’in arkadaşı Ellen’e genç kızlıklarından beri yazdığı mektuplardan biridir. Margeret orta yaşlarda, bir doktor ile evli torun sahibi bir kadındır. Dinlenmek için yıllar evvel gittiği bir köydeki otele tek başına gider. Amacı herkesten her şeyden uzaklaşıp, dinlenmek yenilenmektir.
Akşam otelin lokantasında bir şeyler içerken içeriye giren yaşlı ve hasta adam ona hiç de yabancı gelmez. Oradakiler tarafından alaya alınan bir bardak birayı lütuf gibi içen felçli adam; Margeret ve arkadaşı Ellen’in genç kızlık dönemlerinde hayran oldukları tiyatro sanatçısı Peter Sturzentaler'den başkası değildir.  Margeret otel sahibi kadına sorarak adamın kim olduğunu teyit eder. Adam köydeki düşkünler evinde kalmaktadır. Margeret bu yaşlı ve düşkün adama yıllar öncesinin borcunu ödemeye, ona hak ettiği itibarı geri vermeye karar verir.
DEVAMI KİTABIMIZDA…

KADIN VE YERYÜZÜ

“Tüm bedenim titriyordu. Hissettiğim öfkeydi, çaresizliğin anlamsız hiddeti, ihanete uğramanın hayal kırıklığıydı. Çığlıklar atabilirdim, bir delilik yapabilirdim, içimden bir şeyleri kırıp dökmek geçti, tehlikeli ve kötü bir şeyler yapma, intikam alma isteği duydum.”  (Sayfa 64)
 “Gökyüzü ve yeryüzü gibi uzak ve yabancıydık yine birbirimize.” ( Sayfa 83)
Yağmursuz ve kavurucu günlerin tüm ülkede ürünü bereketsizleştirdiği , halkın uzun yıllar korkarak hatırladığı bir yazdır. Otelin misafirlerinden olan bir genç kızın yağması beklenen yağmurun birkaç damla sonra kesilmesine üzülmesi yine aynı otelde kalan anlatıcının dikkatini çeker. Delikanlı genç kızı izlemeye onu doğa ile bütünleştirmeye başlar.
Bir gece genç kız ile yakınlaşırlar. Ancak durum anlatıcının tahmin ettiği gibi değildir.


KİTAPTAN  NOTLAR
Kitabımız 83 sayfadan ve 4 öyküden oluşmaktadır. 

Mürebbiye çok klasik bir konuyu işlemekte. Evde çocukların eğitimi için bulunan genç bir kadının evin yeğeni ile yakınlaşması ve maalesef iki kişini işlediği günahın bedelini her zamanki gibi kadının ödemesi konu alınmış. Öykü klasik Zweig tarzı ile son bulmakta. Mürebbiye’nin ayrılma mektubunu okuyan, sararan ev ahalisi bir intiharın habercisi gibi. İntihar direk söylenmese de sezdiriliyor bu defa.

Yaz Novella’sını daha evvel “Bir Yaz Öyküsü” adı ile Koridor Yayınları’ndan çıkan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat-Öyküler Seçkisi’nde paylaşmıştım. Bu öyküde yazarın kullandığı birinci tekil şahıs dilini sevdiğimi söyleyebilirim. Bu şekliyle yazar gözlem gücünü daha da öne çıkarmış bu öyküde. 

“Geç Ödenen Borç” genel havası ve konunun ilerleyişi ile en sevdiğim öykü oldu bu kitaptaki. Mektup tarzında ve birinci tekil kişi ağzından yazılmasını da ayrıca sevdiğimi söyleyebilirim. Kitabın olumlu havada devamı ve bitişi de ayrıca beni mutlu etti diyebilirim.

“Kadın ve Yeryüzü” nedense okurken ısınamadığım keyif almadığım bir öykü oldu. Aynı duyguyu daha önce de nedense yazarın “Ayışığı Sokağı”nda hissetmiştim. Betimlemelerde biraz sıkıldım ve keyif de alamadım.
Kitabın geneline baktığımda keyifli ve güzel bir okuma oldu diyebilirim.

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE…


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...