26 Nisan 2019 Cuma

FAKİR BAYKURT - KAPLUMBAĞALAR

MERHABALAR KİTAPLARIM OLMADAN ASLA BLOGU TAKİPÇİLERİ…


“KAPLUMBAĞALAR”, benim üniversite yıllarında okuduğum, Köy Enstitülerini anlatan romanı “YILANLARIN ÖCÜ” romanından sonra okuduğum ikinci Fakir Baykurt romanı.


Köy romanı dendiğinde Türk Edebiyatı’nda ilk gelen isimlerden sayılan Fakir Baykurt bizleri kaplumbağaların önderliğinde ; Anadolu bozkırına götürüyor. Roman için seçilen mekân Ankara’ya 100 km uzaklıktaki bir Alevi köyü Tozak. Fakir, kurak bir köy. Yazar harman kaldırma dönemi buğday hasadı ile başlıyor romana.


Romana başlamadan önce dört sayfalık Önsöz’den başlamak istiyorum. Yazarın “YILANLARIN ÖCÜ” romanının film gösterimi  sırasındaki anlatımından yola çıkarak romanın nasıl yazıldığı sorusunun cevabı niteliğinde olmuş yazı.

“(...) Halkı selamlamak için perdenin önüne çıktığım zaman alkış, ıslık birbirine karıştı. (...) Birkaç saniye sonra, kıran kırana bir dövüş başladı. Başkentli seyirciler kravat kravata geldi. Hınçla, istekle vuruşuyorlar. (...) Birtakım sersemler gerçeği tekmeyle, yumrukla örteceğini sanıyor. (...) Getirdiğim öykünün kendilerine batan yerleri vardı tabii. (...)kafamdaki romanı yazdığım zaman ne yapacaklar acaba?”


 “Bu roman,her türlü teknik ve elektronik araçların büyük gelişmeler gösterdiği ve üretkenliği alabildiğin arttığı bu dünyada,yiyeceği yıllık zahireyi,yanıp kül olmuş topraklardan parmaklarıyla toplamaya çalışan ve varlığını sürdürebilmek için istekle üreten Türk köylüsünün hayatından kesittir.”

Yazısını da şöyle bitirir. Köylülere ithafen… “Oturup yazdım. Kaplumbağalar odur, onlarındır.” der. “Acı, buruk bir roman oldu.” diye ekler. En çok da yumrukçu ya da neme gerekçi aydınların değil köylülerinin okumasını, severse onların sevmesini, ıslıklarsa onların ıslıklamasını istediğini belirtir. 


ARKA KAPAK

Tozak köyü şu koca yeryüzünde, kıyıda köşede kalmış bin yamalı bir yoksul yorganı, alabildiğine kurak, bakımsız, unutulmuş. Ahalisi desen günümüz köylüsü: Hâlâ devletten medet uman, “Hökümetimiz en iyisini bilir” diyen, cahil, kaba saba ama bir o kadar çalışkan, sahici ve vicdanlı. Köyün Eğitmen Rıza’sı, Muhtar Battal’ı ve akıllı delisi Kır Abbas’ı gün olur akıl yürütür, el ele verir, köylüyü de peşine takıp bir bağ kurar, hem de taşlı bir tarlada, bin bir emekle, özveriyle ve gece gündüz çalışarak. Tam ağızları üzümlerle tatlandı, yürekleri umutla doldu derken, hiç ummadıkları bir anda hükümetin tokadını yerler... ama ne tokat! Bir anda, bürokrasinin çarkında bir çapak olup çıkarlar. Hak hukuk ararlar aramasına ama neyin hakkı, neyin hukuku?
Mazimizde yer etmiş ama bugün hala varlığını sürdüren sorunlara değinen, yalın ama zengin bir dille yazılmış, özgün ve aydınlık bir edebiyat eseri olan Kaplumbağalar, yaratıcı ülkemiz köylüsünün olduğu kadar, onun bürokrasi karşısındaki çaresizliğinin ve cehaletinin de hikayesini anlatıyor.


ÖZET

 “Gecenin düşleri, gündüzün işlerinden, gündüzün belasından daha çok yoruyor, daha çok eziyor Tozaklıları.” (Sayfa 107)

Roman, Ankara'ya 100, Kızılırmak'a 15 km uzaklıkta bulunan Tozak köyünde geçmektedir.(Bugünkü Tozaklı köyü sanıyorum) Olay karakterlerin konuşmalarından hareketle Atatürk’ün ölümünden sonraki süreden 1960’lı yılları kapsamaktadır. Araştırdığım kadarıyla Türkiye’de ilk arazi kadastrosu 1950 yılında yapılmaya başlanmıştır. Buradan hareketle romanın geçtiği tarih aşağı yukarı bahsettiğim dönemi kapsamaktadır.

Tozak, çevresi Sünni köyleriyle çevrili bir altmış hanelik bir Alevi köyüdür. Köy kuraktır. Köylüler, geçimlerini ektikleri, buğday (ki ondan da bazen tohum ektikleri kadar buğday almaktadırlar) ve hayvancılıktan sağlamaktadırlar. Köy Ankara’ya bu kadar yakın olmasına rağmen bir o kadar da uzaktır aslında.



Alevi geleneklerini sürdüren köy halkı, düğünlerde eğlencelerde içmek için şarap yapmak için üzüm almak isteseler de Sünni köylerden alamamaktadırlar. Sünniler şarap yapmak üzere üzüm satmayı haram sayarlar. Köye gelen üzüm satıcıları da üzümü ve kili buğday karşılığı satsa da çoğu köylü üzümün tadını bile bilmez. Hal böyleyken köyün eğitmeni Rıza; eğitmen olmak için enstitüde okurken öğrendiği bağ yetiştirme teknikleri ile köyde bağ yapma, üzüm yetiştirme teklifinde bulunur. Köyün ileri gelenlerinden Kır Abbas ve Muhtar Battal ile ölçüp biçtikten sonra köyün Purluk denen bölgesinin Rıza’nın gördüğü Mahmudiye’de gördüğü bağların toprağına ve havasına çok benzemesinden dolayı buraya bağ yapmaya karar verirler. İlk sorun bahsi geçen toprağın taşlık olmasıdır. İkincisi ise köylünün kabul edip, etmeyeceğidir..
Kır Abbas’ın kardeşinin oğlunun düğününde konuyu köylüye açarlar. Her ne kadar köylünün aklına başta yatmasa da; bol bol üzüm yemek, pekmez kaynatmak, şarap yapmak fikri onları cezp eder. Bu fikirlerinde onları köye gelip, okulu denetleyen Hamdi bey de destekler. Yardım sözü verir.


“Milleti tenzih ederim! Ölmemiştir, hem de ölmeyecektir! Şu yaz gelince damların üstünde, yıldızların altında yatanlar öyle bin canlı ki, kimse bunu bilmiyor. Bu gelinler, bu çilekeş analar, her kıtlıktan, savaştan, askerlikten sonra milleti yeni baştan fışkırtıyorlar! Çok mutlu bize ki, ayrık otu gibiyiz, eşekler kemirdikçe yeniden bitiyoruz. Neden? Hep bu insanların gücünden, onların canlı suyundan!” (Sayfa 324)

Çok geçmeden köylüler, ölçerek her haneye iki dönüm arazi düşecek biçimde yüz yirmi dönümlük araziyi ölçüp biçerler. Ve bağ ekimine uygun biçimde toprağı aktarır, taşlarından temizlerler. Ziraat dahil kimseden yardım görmeden çubukları bulup, bağları ekerler. Bağı hayvanlardan korumak için hendek kazıp, bağa gittiklerinde kullanmak için bir de kuyu yaparlar.


Kır Abbas öyle sevinçlidir ki; yorganını yatağını toplayıp, bağda yatmaya, bağın gönüllü bekçiliğini yapmaya başlar. Çok geçmeden kaplumbağalar da Purluk’a akın etmeye, yuvalarını buraya yapmaya başlar. Çünkü bağın serinliği onları güneşin yakıcığından kurtarmaktadır. Karınlarını da bağın yapraklarından doyurmaktadır. Kır Abbas da onları koruyup, kollamaktadır. bağın yeşermesinin sevincini üçüncü torununa “Yeşer” vererek kutlar adeta.
Birkaç yıl sora verdikleri emeğin karşılığını alırlar ve ilk ürünü alırlar. Şenlikli, eğlenceli kendilerine yakışır bir bağ bozumu yaparlar. İlk ürünlerinden Ankara yoluna çıkıp, arabaları durdurup, saçı yaparlar. Pekmez kaynatır, şarap yaparlar. Ama mutlulukları çok sürmez.
Bir akşamüstü, köye havadan ka­ra bir şey düşer. Düşen şey, meteoroloji gözlem aracıdır. Köy­lü, çok çekinir ve bu yabancı cisimden korkarlar. Bu cismi okulun bir odasına kapatırlar. Bu bir uğursuzluk emaresi gibidir.


DEVAMI KİTABIMIZDA...




KİTAPTAN NOTLAR

Olay örgüsü, Kır Abbas, Eğitmen Rıza ve Muhtar Battal etrafından biçimleniyor. Köye gelip gidenleri, diğer köylüleri de sayarsak, oldukça kalabalık ama bir o kadar da sade bir kahraman kadrosu eşlik ediyor romana. Çok istekleri olmayan, sade, oyun hile bilmeyen, çalışkan, devletten çekinen bir Anadolu köylüsü çıkıyor karşımıza.

Romanda yazarın kullandığı dil öyle güzel kullanılmış ki; yazarın bu konudaki başarısına hayran kalmamak elde değil.  Romana başlamadan önce yazar tarafından yazılmış “Yılanların Öcü” kitabının filminden sonra yaşadıkları ve kitabı yazamaya nasıl karar verdiğini yazısı ilgi çekici bu yazı kitabı bence daha anlamlı kılıyor.

Yazar kitabında kaplumbağaları ve onların köylüyle iç içe geçmiş yaşantısını çok güzel anlatır. Kır Abbas’ın bir anlık öfkeyle, ters çevirip, sıcakta ölümüne sebep olduğu, yine Kır Abbas’ın torununun beşiğine asmanın uğurlu sayıldığı için öldürdüğü yavru kaplumbağalar, Kır Abbas’ın kaplumbağa benzeyen gözleri, kaplumbağa sırtına benzetilen eller…

Yazarın kaplumbağa alegorisini sıklıkla kullanması, kitabına adını vermesinin altındaki sebep acaba nedir diye merak ettim. Aklıma, devlet işleyişindeki yavaşlığa gönderme olarak Osman Hamdi tarafından yapılan "Kaplumbağa Terbiyecisi" gelince acaba yazar bir gönderme mi yapmış diye düşünmeden edemedim. Bir taraftan da kaplumbağanın direnci, uzun yaşaması, küçük ama emin adımlarla ilerleyişini acaba köylülere mi benzetti diye düşündüm.



Söz etmeden de geçemeyeceğim. Tasvir yapan, uzun uzadıya anlatım, açıklama yapan pek çok başarılı yazar vardır. Ancak diyalog yazmak bence ayrı bir ustalık gerektirir. Yazarın ikili ve çoklu diyaloglardaki başarısını takdir etmemek elde değil. Kitaptaki diyaloglar ayrıca hoşuma gitti. 

(...)"Büyükle büyük, küçükle küçük olsun. Gönül kibir tanımasın. Düşenlerin, darda kalanların dostu olsun. Unutulmuşların, aranıp sorulmamışların, gariplerin arkadaşı olsun. İşleyecek işi, herkesle yiyecek aşı olsun. Büyüsün, iyi bir insan olsun. Adı da, bağlar yeşerince doğdu, Yeşer olsun!"

(...)"İyi ad!" dedi Cennet Kadın. "Ama duyulmamış!" 

(...)Yüreğimin derinlerinden söyledim. Duyarak söyledim. Nasıl duyulmamış! Duymayan duysun! Yeni doğan torunumun adı Yeşer olsun!” (Sayfa 159) 


YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE...

19 Nisan 2019 Cuma

AHMET ÜMİT - SİS VE GECE

MERHABALAR, 
KİTAPLARIM OLMADAN ASLA takipçilerim;

“ Her âşık, sevdiğini kaybetme kaygısını taşır.”


ARKA KAPAK
Aniden kaybolan genç bir kız: Mine... Âşık olduğu kızı arayan bir MÎT görevlisi: Sedat. Yasak bir aşk. İstihbarat örgütünün içindeki entrikalar. Askerlerle, sivillerin çatışması... Günümüz İstanbul'undan renkli insan portreleri. Karanlık sokaklarda soluk soluğa bir koşuşturma. Örgüt evlerine düzenlenen baskınlar, yargısız infazlar, kayıtlara geçmemiş ölümler. Kayıtlara geçmemiş ölümlerin parçaladığı yaşamlar... Türkiye'nin yakın geçmişine insani bir bakış...

“Bakışlarımı konağa çeviriyorum. Görenlerde korku ve ürperti uyandıracak bu bina bana hüzün veriyor. Onu daha önce hiç görmemiş olmama karşın aramızda çözümleyemediğim bir bağın varlığını hissediyorum. Bahçedeki çürümüş yapraklara basarak binanın kapısına doğru yürüyorum. Kanatlı demir kapının üstünde, yer yer çatlamış mermer alındaki kabartma dikkatimi çekiyor. Kabartmada ilk seçtiğim bir yıldız oluyor. Yıldızın hemen altında, namluya benzer bir başka şekil var, bunun bir tabanca olduğunu anlamakta gecikmiyorum. Tabanca kabzasının altına bir de yarımay oyulmuş. En yukarıda yıldız, altında bir tabanca ve kabzasının hemen ucunda bir yarımay. Bu amblemi bir yerlerden hatırlıyorum ama çıkaramıyorum.”


“Ama sınavda başarısız olmak yerine, yanılmış olmayı tercih ederim.” (Sayfa 20)

“Yaşam ağlamaya değmeyecek kadar saçmadır...” diyordu. 'Haklısın,' diyerek boynuna sarılıp ağlamaya devam ettim…”(Sayfa 84)


“Ama aşkta eşitlik olmaz ki zaten. Bazen kefelerden biri bazen de öbürü ağır basar. Aslına bakarsanız genellikle hep aynı kefe ağır basar ya.” (Sayfa 189)


ÖZET
Ahmet Ümit’in ilk polisiye romanı Sis ve Gece’nin başkahramanı Sedat isimli bir Mit görevlisidir. Sedat evlidir ve iki kız çocuğu babasıdır. Rutinleşen evliliğinin yanında Mine isimli bir genç bir kız ile ilişkisi vardır.

Mine ile Sedat’ın ilişkisi Mine’nin Sedat’a ilgisinin azalmasıyla ayrılığa doğru gitmektedir. Aynı zamanda Mine’nin hayatına da başka birisi girmiştir; Eski bir yasa dışı örgüt üyesi olan Fahri.


Olaylar, Sedat’ın sevgilisi Mine'in ortadan kaybolmasıyla başlar. Kaybolma olayı ile ilgili Sedat Fahri’den Fahri de Sedat’tan şüphelenmektedir. Fahri’ye göre polis olduğunu bildiği Sedat, ayrılmak isteyen Mine’yi kaçırmış ve hatta ona zarar vermiştir.


“Nakış nakış öfkeyle dokulu:
hırçın ama kırık dökük
bakmayın ana avrat küfrettiğine
O gözyaşları içinde bir çocuk!” (Sayfa 212)

Sedat’a göre de Fahri ve üyesi olduğu örgüt, Mine’ye zarar vermiştir. Sıranın kendisine gelmesinden korkan Fahri bir pusu kurarak Sedat’ı öldürmeye çalışır. Hapishaneden izinli Cuma ile planlarını gerçekleştirirken, Sedat Fahri’yi vurup öldürürken, Sedat da Cuma tarafından vurulur. Hastane odasında bile Mine’yi düşünen Sedat, henüz iyileşmeden Mine’nin peşine düşer.

DEVAMI KİTABIMIZDA…


KİTAPTAN NOTLAR

Ahmet Ümit’in pek çok kitabını okudum. Akışlı kalemini de severim. Bu kitabını da markette görünce almıştım aldığım diğer cep boy Ahmet Ümit kitapları gibi. Sis ve Gece Yunancaya çevrilmesi bakımından, yabancı dile çevrilen ilk Türk polisiye gerilim kitabı özelliğini taşımakta. Yıllar evvel filmini de izlemiştim. Kitabı okuyunca pek çok sahneyi de bu şekilde hatırlamış oldum.

Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası, Patasana, Kavim, Kukla gibi kitaplarını daha çok beğenen bir okur olarak; Sis ve Gece’nin ritmini biraz düşük buldum doğrusu. Kitapta aksiyon dozu biraz düşük gibiydi. Sedat’ın vurulma sahnesi daha canlı aktarılabilirdi. Mesela yine Mine’nin vurulduğu sahne yine geçiştirilmiş gibi geldi bana. Kitapta daha can alıcı olabilecek sahneler biraz sönük kalmış.

Kitap akıcı ve kolay okunan bir kitap olmuş ayrıca. Olayların birinci tekil kişi Sedat’ın ağzından anlatılması da Sedat’ın yaşamış olduğu Mine - Melike ikilemi anlatması bakımından da güzel olmuş.

Sonuç olarak polisiye olaylar yerine daha çok yasak aşkı merkeze alan bir roman olduğundan; okunabilir ancak ritmi düşük bir Ahmet Ümit polisiyesi olmuş.

“Yağmurdan iki damla kulaklarında küpe
saçlarında sarhoş ikindi esintileri
aysız gecelerin dantelleriyle örülü kirpikler
dudaklarında pembe kanatlı bir kelebek
tenin sabah güneşinde buğday rengi
gözlerinde kıvranan derin siyahi istek...
Biraz eğ başını, hafifçe gülümse, oldu
Işık uygun, harika bir fotoğraf olacak bu
birde fonda şu cüzzamlı yeryüzü olmasa!
Ah, kurumuş deniz toprağındaki gümrah baca!
Ah, aç yolcuları taşıyan ekmekten tekne

yine de seviyorum seni sakın kıpırdama!”(Sayfa 198)

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE….

SEVGİLER…

NOT: AYNI İSİM İLE ÇEKİLEN FİLM GÖRSELLERİ ALINTIDIR. 

12 Nisan 2019 Cuma

STEFAN ZWEİG – LYON’DA DÜĞÜN

MERHABALAR, KIZIMIN CİCİLERİ TAKİPÇİLERİ;


Blogumu takip edenlerin bildiği üzere Alman Edebiyatı'ndan en sevdiğim üç yazardan blogumda en çok yer verdiğim Stefan Zweig'dir. Kendine has kalemini, ruhsal çözümlemelerini keyifle okurum. Yazara ait pek çok kitaba blogumda yer vermeye çalışıyorum. Sırada Lyon'da Düğün var... 



ARKA KAPAK

Lyon’da Düğün Fransız Devrimi sırasında yaşanan kargaşa ve zulüm günlerinde ölüme yaklaşan insanlara umut veren bir aşkın hikâyesidir. 1793’te kentte kurşuna dizilmeyi bekleyen karşı devrimcilerin toplandığı hapishane tuhaf bir nikâha sahne olur. İki Yalnız İnsan, acı çeken iki çaresiz insanı buluşturur. Birinin yüreğinden kopan çığlık diğerininkinde karşılık bulurken, farkında olmadan birbirlerinin yıllar süren yalnızlığına son verirler. Wondrak ise yazarın savaş karşıtı yapıtlarından biridir. Bohemya’nın küçük bir kentinde çirkinliğiyle sürekli alaya maruz kalan bir kadın tecavüze uğradıktan sonra doğurduğu çocuk sayesinde yaşama tutunmuştur, ama patlak veren Birinci Dünya Savaşı yüzünden oğlunu askere alarak ondan koparmaları söz konusudur. Zweig bu öykülerde toplum dışına itilmiş karakterleri üzerinden insanlık durumunu analiz eder. Karakterlerinin başlarından geçenler “yazgı” değil, insanlığın iflasının sonucudur.



LYON’DA DÜĞÜN



“Hayır,o mutluydu,sonsuzca mutluydu,çünkü sevdiğiyle aynı saat öleceğini biliyordu ve biri diğeri için yas tutmak zorunda kalmayacaktı.Mutluluğunu gölgeleyen tek bir şey vardı,Tanrı katına sevdiğinin ismiyle,onun eşi olarak çıkmayacaktı.” (Sayfa 8 )

“Fakat hayat mucizeleri sevse de, gerçek mucizeler konusunda cimri davranır.” (Sayfa 12)


ÖZET
12 kasım 1793’te Barére, Fransız Ulusal Meclisi’nde sadakatsiz ve nihayet kuşatılrk ele geçirilmiş Lyon kentini yok edecek öldürücü önergeyi verir. Önergenin son cümlesi “Lyon özgürlüğe karşı savaş açmıştır. Lyon artık yoktur” cümlesidir. Bu önerge ile direnen halk kurşuna dizilerek idam edilmektedir.
İdam edilmeden önce hükümlüler mahzende bekletilmektedir. Mahzende çok ilginç bir olay gerçekleşir. Mahzene yeni gelen bir genç kız öldü sandığı, daha öncesinde evlenmek üzere olduğu nişanlısı ile mahzende karşılaşır. Genç kız sevdiği erkek ile tanrının huzurunda evli olarak ölmek istemektedir. Genç adamın arkadaşının da çabasıyla, mahzende bulunan papazın nikâhlarını kıyması için hazırlıklar yapılır…
DEVAMI KİTABIMIZDA…



YALNIZ İKİ İNSAN
“Kusurlarını görmeden birbirlerini anlamanın kör duygusu bu iki yalnız insanın gönlüne bir mutluluk gibi inmişti.” (Sayfa 19 )

“Şimdiye kadar kimseye söyleyemediklerini, hatta kendilerine bile itiraf edemedikleri şeyleri birbirlerine anlatıyordu bu iki yalnız insan, oysa birbirlerini doğru dürüst tanımıyorlardı bile. Fakat birinin yüreğinden kopan çığlık diğerinde karşılık buluyordu, çünkü onların acıları akrabaydı” (Sayfa 19 )



ÖZET
Fabrika işçileri akın akın büyük kapıdan çıkarlarken; kalabalığın ardından bir işçi tek başına yürümektedir. Ötekilerin hızına ayak uyduramayan işçinin sakat ayağı yürümesine engel olmaktadır. Sakatlığı nedeniyle yalnız kalmaya alışan işçi içine kapanık bir filozof gibi yaşamaktadır.
Yürüyüşü esnasında tarlaların yanına geldiğinde bir hıçkırık sesi duyar ve dikkat kesilir. Önce çekip gitmeyi düşünse de çok geçemeden genç kızı tanır. Onunla aynı fabrikada çalışan “çirkin” lakaplı Julia’dır bu kız. Adam sorduğunda fabrikadakilerin kendisi ile dalga geçtiklerini söyler. Çileden çıkan genç kız üstelik bir de haksız yere dayak yemiştir.
Adam kendi yaşantısını örnek göstererek kızı sakinleştirmeye çalışsa da kız yaşadıklarını anlatıp büsbütün öfkelenir.  İkisi de çocukluklarında yaşadıklarını birbirlerine anlatırlar. O güne kadar kendilerine bile itiraf etmediklerini itiraf etmek onları birbirine yaklaştırır.
DEVAMI KİTABIMIZDA…



WONDRAK

“Fakat doğa bizi yasalarındaki ahenge , uyuma öyle bir alıştırmıştır ki , onun görmeye alışık olduğumuz uyumundaki en ufak bir kayma bizi tiksindirir , korkutur.” (Sayfa 22)

“Daha da kötüsü tiksindiğimizi onu özensiz yaratana değil , hiçbir suçu günahı olmayan eserine yöneltiriz : Sakat ve biçimsiz varlık yeterince sıkıntısı , derdi yokmuş gibi sağlıklı ve kusursuz varlıkların nahoş davranışlarına da katlanmak zorunda kalır. Bu nedenle şaşı bir göz, yamuk bir dudak , yarılmış bir ağız gibi doğanın bir kereliğine yaptığı bir hata , bir insanın gittikçe artan acısına , ruhunda onarılmayacak bir yaraya dönüşebilir ; etrafımızı saran , dünya dediğimiz ve inanmakta güçlük çektiğimiz gezegendeki anlam ve adalete olan inancımızı şeytani bir felakete dönüştürür.” (Sayfa 23)

“Kendisi gibi tiksinti ve nefret uyandırmayan, tam tersine yaşıtlarının çoğundan daha akıllı ve hayat dolu olan oğlu Karel' i tertemiz giysiler içinde, önünde eğri tahtası, diğer çocuklarla okula giderken bir köşede gururla seyretmek için tüm gece sekiz saat yürüyordu. Sadece bu sahneyi görmek için sekiz saatte geliyor, sekiz saatte dönüyordu. Ormandan kente yumurta, tereyağ getiriyor, sırf oğluna yeni bir giysi diktirebilmek için her geçen gün daha büyük bir hırs ve hevesle çalışıyordu.”(Sayfa 30 )
“Her yer sessizdi, hiç kimse nefes almıyordu sanki öyle sessizdi.” (Sayfa 49 )



ÖZET
Her yerde “Kurukafa”diye tanınan Ruzena Sedlak’ın 1899 yılının sonbaharında bir bebek dünyaya getirmesi, Bohemya’nın güneyinde küçük bir kent olan Dobitzan’da büyük şaşkınlığa ve neşeye sebep olur. Yüzündeki doğuştan gelen bozukluk nedeniyle Ruzena yıllarca toplumdan dışlanmış, yok sayılmıştır. İnsanların onu görmek istememesi nedeniyle konta ait evde bekçilik yapmaktadır. Bu ev kasabaya uzun bir yürüme mesafesindedir. Ruzena bu ev ile kasaba arasında gidip, gelirken gezici çingeneler tarafından tecavüze uğramış ve hamile kalmıştır.
Kadının aksine doğan çocuk çok güzel ve sağlıklıdır. Çok geçmeden Ruzena, çocuğu vaftiz ettirip, kaydını kendi üzerine yaptırır. Ruzena Karel adını verdiği oğluna tutku seviyesinde bağlanır. Onun için yapmayacağı şey yok gibidir. 1914 yılında savaşın patlaması Ruzena ile oğlunu ayıracak mıdır?
DEVAMI KİTABIMIZDA…




KİTAPTAN  NOTLAR
Lyon’da Düğün yazarın kısa üç öyküsünü barındıran 50 sayfalık bir öykü kitabı. Öyküler kısa olmakla birlikte bir o kadar da vurucu. Zweig’in genel tarzının hâkim olduğu karakterler.
Tüm öykülerde içimi burkan taraflar oldu. Lyon’da Düğün adlı öyküde gerçek aşkın ölüme giderken bile insana yaşattığı güzel duygular çok güzel vurgulanmış.  Ancak insanlar idama giderlerken de yazarın çoğu eserinde hakim olan melankolik hava yerine son satıra kadar umut vaat eden bir öykü olmuş bence.

Yalnız İki İnsan, fiziksel özelliklerinden dolayı dışlanan, küçümsenen iki insanın birbirlerini bulmaları ve birbirilerinin hayatlarındaki boşluğu doldurmaları çok güzel anlatılmış yine. Öyküdeki kadın karakterin diyalogları toplumun acımasızlığını anlatması bakımından çok da anlamlı.

Wondrak’da fiziksel özelliğinden dolayı çirkin bulunan, toplumdan dışlanan bu çirkin kadın bana yine yazarın daha önce okuduğum öyküsü Leporella’nın ana karakteri Crescenz Anna Aloisia Finkenhuber’i hatırlattı. Her iki kadın da bir dönem tutkuyla bağlanacakları amaçlar bulmuş olsalar da sonları hüsranla bitiyor nihayetinde…Kitaptaki karakterlerden özellikle Ruzena, beni en çok etkileyen karakter oldu.

Ancak 3. Öyküye öyküdeki Belediye Katibi “Wondrak”ın adının verilmesi bence çok da uygun olmamış. Her ne kadar öyküde önemli bir karakter olsa da Ruzena ve Oğlu Karel üzerine kurulmuş öyküye daha anlamlı bir isim verilebilirdi diye düşünüyorum.

Bunun dışında kitabın yazı karakteri, kapak tasarımı anlamında da başarılı olduğunu düşünmekteyim. Ayrıca sayfa sayısının az olmasının bir avantajı da çabuk bitmesi ve gün içinde bir ya da daha fazla kitabı okumaya olanak tanıması.

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK ÜZERE…



5 Nisan 2019 Cuma

ERNEST HEMİNGWAY - YAŞLI ADAM VE DENİZ (İHTİYAR BALIKÇI)


MERHABALAR, KİTAPLARIM OLMADAN ASLA TAKİPÇİLERİ;

Ernest Hemingway’ın 1952 yılında yayımlanan; önce 1953’te Pulitzer Ödülünü, ardından 1954’te Nobel Edebiyat Ödülünü kazanmasında mihenk taşı olarak görülen “Yaşlı Adam ve Deniz” romanını paylaşmak istiyorum sizlerle…


“İnsan Yenilmek İçin Yaratılmadı. Âdemoğlu Mahvolur Ama Yenilmez”


“Yaşlı Adam ve Deniz” kimi edebiyat eleştirmenleri tarafından Küçük Prens’e benzetilerek, Küçük Prens’in her çocuk tarafından okunduğu gibi, Yaşlı Adam ve Deniz’in de her yetişkin tarafından okunması gereken bir başyapıt olduğu söylenmektedir.


ARKA KAPAK

Mutlak korkusuyla yarışırcasına, dünyanın dört bir yanında, kendini serüvenden serüvene atan HEMİNGWAY, fırtınalarla dolu yaşamına yön veren karakterini, bir bakıma bu romanıyla özetlemiş gibidir. Büyük yazar, sert, acımasız fakat bir o kadar da dokunaklı bir yazgıyı, yşlı bir balıkçının okyanusta geçen birkaç günüyle özdeşleyerek,  yalın, yoğun ve çarpıcı bir başyapıt koymuştur ortaya. İlk yayımlandığından bu yana, bütün ülkelerde artan bir ilgiyle okunan Yaşlı Adam ve Deniz, yazarın Nobel Ödülü kazanmasında birinci etken sayılmaktadır. Roman filme de alınmış, ünlü aktör 

Spencer Tracy'nin oyunuyla dünya sinemalarında olay yaratmıştır.
Yaşlı Adam ve Deniz, HEMINGWAY'in en ölümsüz eserlerinden biridir. Yaşlı bir Kübalı balıkçının açık denizde Gulf Stream'e kapılmış olarak dev bir kılıçbalığıyla olan can yakıcı mücadelesini son derece sade ve kuvvetli kelimelerle anlatır. Bu hikâyesiyle Hemingway, yenilgiye karşı cesaret, kayba karşı şahsi başarı temasını kendine has modern üslubuyla yeni baştan heykelleştirmiştir.


ÖZET
Kübalı yaşlı balıkçı Santiago, seksen dört gün boyunca çıktığı balık avından eli boş gelmiştir. Hazırlığını yapıp, Florida sahillerinden okyanusa açılan Santiago’nun, oltasına, okyanusun açıklarında büyük bir kılıçbalığı yakalanır. Yakalanır yakalanmasına ama balık kolay teslim olacak gibi değildir. 

“Okyanus böyle vahşi ve acımasız olurken zavallı kuşlar niye böyle narin ve güzel yaratılmış acaba?” (Sayfa 26)

Balığı avlamak için Santiago’nun yılların deneyimi ile balığı yorması gerekir. Balık ile İhtiyar Balıkçı’nın mücadelesi başlar böylece.
Santiago, avını yakalamak için yaşlı, yaralı elleriyle, koluyla, mızrağıyla, küreğiyle, çakısıyla savaşmaya başlar.

DEVAMI KİTABIMIZDA…


KİTAPTAN NOTLAR

Yaşlı Adam ve Deniz, benim yıllar önce filmini seyrettiğim bir başyapıttı. Her ne kadar oyuncu kadrosunun ve diyalogların azlığı nedeniyle başlarda sıkıcı gelse de; yaşlı adamın denizle ve deniz canlıları ile mücadele etmesi, gerçekten insanın içine işleyecek bir filmdi. Elbette Anthony Quinn'in oyunculuğu da tartışılmaz.


Kitaba gelince; kitap filmin yaptığı etkinin birkaç katını yaptı bende. Bazı kitaplar vardır. Ciltler dolusu okuruz, pek çok olay anlatılır ama insanın dimağında pek bir şey bırakmaz. Ama Yaşlı Adam ve Deniz 130 sayfalık içeriğiyle, yaşlı adam ve onu çok seven küçük yardımcısı Manolin ile buruk bir tat bıraktı bende.

“Ben her işimi hesapla yaparım. Ne var ki kısmetim yok. Ama kimbilir, belki bugün. Günün her doğuşu yepyeni ayrı bir gün getirir. Talihim bugün yaver gidiverir bakarsın. Ben işimi eksiksiz yapayım da kısmet geldiğinde beni aradığı yerde bulsun.” (Sayfa 29)

Yazarın anlattığı mücadelede kendimi kah kayığın içinde kürekle, mücadele ederken, kah balığı yakalamak için mızrağımla beklerken hissettim. Belki de büyük yazar olmak böyle bir şey; az kelimeyle çok şey anlatmak.


 “Umutsuzluğa kapılmak aptallıktır. Ayrıca günahtır.” (Sayfa 79)

İhtiyar Balıkçı sahile ulaştığında mücadelenin kazananı mı kaybedeni mi belli değil gibidir. Balıkçı her şeye rağmen sahile ulaşmıştır. Burada sözü  ve Nobel Ödüllü yazar. William Faulkner’e bırakmak istiyorum. Herhalde Hemingway’in “Bu, tüm yaşamım boyunca yazabileceklerimin en iyisi”dediği kitap daha iyi anlatılamazdı.

  
“Hemingway’in en iyi romanı. Bizimkiler -bizimkiler derken çağdaşımız olan yazarları kastediyorum- içinde de en iyisi olabilir, bunu zaman gösterecek. Bugüne dek Hemingway’in karakterleri kendi kendilerini yaratıyor, kendi hamurlarından kendilerini şekillendirip güçlüklerle nasıl baş edebildiklerini kanıtlarcasına, zaferlerini de yenilgilerini de kendi elleriyle hazırlıyorlardı. Hemingway, bu kitapta ilk kez Tanrıyı keşfetti.” demişti.”

YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE... 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...